Charlie Hebdo katliamından sonra Fransa’nın hissettiği duygu korkuya dayalı bir reaksiyon veya bir dayanışma gösterisinden fazlası. Bu bir toplumsal olgu. Çünkü bu terörist eylemin kendisi de bir suçtan fazlası. Bu bir siyasi olgu. Sadece 1961’den beri Fransa’da gerçekleşen en kanlı saldırı olduğu için ya da ifade ve basın özgürlüğünü zedelediği için değil (hangi simge altında olursa olsun yapılmış-yapılacak saldırılar ve ifade özgürlüğü diğer pek çok tehdide farkındalık sağladı, sağlamaya devam edecek). Entelektüel tartışmayı yarı varoluşsal bir sorgulamaya dönüştürdüğü için. Zira İslam’la şiddet arasındaki bağlantının sorgulanması, Fransa’daki Müslümanların konumunun sorgulanmasına yol açıyor.

Bu varoluşsal bir mesele çünkü birkaç teröristin tahrik ettiği İslamofobi (“toplumsal bütünlük” konusundaki kaygının ırkçılık karşıtı versiyonu ve daha büyük tehlike Fransa Müslümanlarının gittikçe toplumdan dışlanabilecek olması) tehdidi altında olmasına rağmen basit bir demografik fenomenin ötesine geçecek olan (ki bu artık hakim görüş) Müslüman varlığının kendisine yönelmiş bir tehdit olarak algılandığı toplumsal bütünlüğe yöneliyor.

Gayet yönetilebilir olan salt güvenlik boyutunun ötesinde (Fransa’nın 11 Eylül’ü değil yani biraz basiret biraz itidal!) mesele Fransa’daki Müslüman varlığı meselesidir. Bu sorun Charlie Hebdo saldırısından çok önce baş göstermişti fakat siyasal anlamda “mekansallaşmış” oldu: Yabancı düşmanı popülist obsesyon, kimliksel Hıristiyanlığı üstün tutan muhafazakar sağın medeniyetsel kaygıları ya da soldan kaynaklanan ve fakat Ulusal Cephe’nin de kendine mal ederek kuşatıcı kimlik söylemine dönüştürdüğü din-karşıtı laikliğin korkusu. İslam ve Fransa Müslümanları konusundaki endişe artık ideolojik hattın ötesine geçerek, siyasi açıdan daha az belirgin olan daha yaygın bir temaya dönüştü. Bu nedenle artık ahlakçı ya da suçlu arayıcı tutum (ırkçılık karşıtlığı veya uyum içinde bir arada yaşamaya ya da toplumsal bütünlüğe hiçbir katkısı olmayan kof çağrılar) anlamlı değil. Ne Ulusal Cephe’yi öne çıkardığı ve artık kamusallaşmış konular nedeniyle hedef göstermek ne de kimin sorumlu olduğunu bilme oyunu anlamlı.İfade özgür kaldı ve bugün, her an her yerde, sıradan insanlara, masum ve iyi yurttaş Müslüman’a yönelik İslamofobi olgusuyla karşı karşıyayız.

Şimdilik sadece daha anlaşılır olması için, kamuoyunda revaç bulan iki bakış açısından söz edelim. Hakim bakış açısı (halen herhangi bir “siyaseten doğru”ya karşı olunduğu iddia ediliyor olmasına karşın “belli bir” siyaseten doğru haline geldiği bir sırada), terörizmin, normun (şeriat) üstünlüğü ve fetih amaçlı mücahedede fiilen ötekini reddederek varlık kazanan (tercihlerini belirleyen şey gerçeği kavrayıştan gelen inançtan ziyade yoksunluk ve hınç olsa bile) “gerçek” İslam’ın alevlendirdiği dışa vurum olduğunu düşünüyor.

Başka bir ifadeyle her Müslüman, hatta ılımlısı bile, kendisini asimile edilemezliğe sevk eden, bilinçaltına kodlanmış Kur’ani yazılımın taşıyıcısı olabilir. Elbette feministleri ve eşcinselleri hoş görecek denli ihtimal dışı bir liberal İslam anlayışı lehine (“müşfik” “Hristiyan”ların şefkatini kazanabilsin diye), mümkünse bir televizyon stüdyosunda, pervasız ve dik kafalı bir sunucunun tehdidi altında din değiştirdiğini açık ve net bir şekilde ilan etmediği sürece.

Bir “teslimiyet” talebi (yani, “Siz Müslümanlar neden terörizmi kınamıyorsunuz?”) yinelenip duruyor. Bu tablo, Mihchel Houllebecq’in kurguladığı, tersine teslimiyetle çelişebilecek bir tablo.

Azınlıkta kalan ve kendini duyurması zor olan diğer bakış açısı iyi kötü bir inanca sahip Müslümanlar ve ırkçılık karşıtı hareketler tarafından öne çıkarılan “gelişimsel-İslam” diye nitelendirebileceğim bakış açısı: “Not in my name” yani onlar “beni temsil etmiyor”lar. Teröristlerin İslam’ı “benim” İslam’ım değil ve kaldı ki bu, barış ve hoşgörü dini olan İslam (fundamentalizmin mahkum etmesi ile hiç var olmamış “Endülüs” İslam’ı nostaljisi arasında salınan Müslüman kökenli çoğu ateist için daha fazla sorun oluşturan) hiç değil. Görkemli ulusal birlik masalı korosuna katılan ırkçılık karşıtları buna bir “Müslümanları yaftalamamaya dikkat edelim” bemolü eklediler.

Bu iki bakış açısının yanyanalığı bir çıkmaza yol açıyor. Bu çıkmazdan kurtulmak için, görmek istemediğimiz ve radikal gençlerin hiçbir biçimde Müslüman nüfusun öncüsü veya hayal kırıklığının sözcüsü olmadığını gösteren bir dizi direngen olguyu, ve en önemlisi Fransa’da bir “Müslüman cemaat-komünote” olmadığını göz önünde tutmak gerekir ilkönce.

Radikalleşmiş gençlik, bilinçli bir şekilde İslam’la hem ebeveynlerinin İslam’ı ve hem de Müslüman toplumların kültürleri arasında ayrım yapıyor. En azından kendilerini imgesel Müslüman siyasasına (İslam’ın ilk dönemlerine uzanan ümmet fikrine) dayandırıyorlarsa. Batıya karşı koyacakları İslam’ı icat ediyorlar. Müslüman dünyanın varoşlarından (batıyı tanımak için) gelen bu gençler (Belçika’nın beslediği IŞİD adayları, ülkedeki Müslüman nüfusa oranla, Mısır’dan beş kat fazla), batılı iletişim, üretim, gerçekleştirim ve şiddet kültürü içinde deviniyor ve nesilsel bir kopuşu karakterize ediyorlar (biri Suriye’ye gitmek için yola çıktığında ebeveyni polis çağırıyor artık). Yerel dini topluluklara (mahalle camileri gibi) katılmayan bu gençler,küresel cihat araştırması yaparak internet üzerinden ve kendiliğinden radikalleşiyor, Müslüman dünyanın somut mücadelelerine (Filistin gibi) ilgi duymuyorlar.

Kısaca, [bu gençler] toplumların İslamlaşması için çalışmıyorlar; patolojik kahramanlık fantasmalarını gerçekleştirmeye uğraşıyorlar (“Peygamber’in öcünü aldım” diyordu CharlieHebdo katillerinden biri). Radikaller arasındaki mühtedilerin oransal büyüklüğü (Fransız polisine göre IŞİD’e katılmaya gönüllü olanların yüzde 22’si) radikalleşmenin genel olarak marjinal banliyö gençliğiyle ilintili olduğunu gösteriyor. Müslüman nüfusun odağıyla değil.

Diğer taraftan olgular, deyim yerindeyse, Fransız Müslümanların toplumla oldukça uyumlu olduğunu gösteriyor. Her “İslamcı” saldırının, Fransız emniyet güçlerinden en az bir Müslüman kurbanı var: Muhammed Merah tarafından 2012’de Toulouse’da öldürülen Fransız askeri Imad Ibn Ziaten. Ya da Ahmet Merabet, Charlie Hebdo katillerinin liderini tutuklamaya çalıştığı sırada öldü.Örnek olarak gösterilmek yerine karşı-örnek oluşturuyorlar: “Gerçek” Müslüman terörist; diğerleri [diğer Müslümanlar] bunun dışındalar. Fakat istatistik olarak bu yanlış. Fransız ordusunda, polis ve jandarma teşkilatında El Kaide örgütünde olandan daha çok Müslüman var. Yönetimde, sağlık sektöründe, yargı ve eğitim kurumlarındakilerden bahsetmek gereksiz.

Diğer bir klişe Müslümanların terörizmi kınamadığını dikte ediyor. Fakat internet kınamalar ve terör karşıtı fetvalarla dolu. Eğer bu olgular Müslüman topluluğun [nüfus] radikalleştiğine dair tezi çürütüyorsa, bunlara neden kulak asılmıyor? Sadece marjinal bir kesimle ilintili olan radikalleşmeyi neden bu kadar sorguluyoruz? Çünkü Müslüman topluluğa, kendisini onunla suçladığımız cemaatleşme atfediyor sonra da neden [cemaatliğini] göstermiyor diye çıkışıyoruz. Müslümanlar cemaatleşmekle suçlanıyor fakat kendilerinden aynı zamanda terörizme karşı bir cemaat olarak tepki göstermeleri talep ediliyor. Buna çifte-çelişki denir: Olmamanızı istediğimiz gibi olun! Bu çelişkiye verilebilecek cevap sadece duyulamaz olandır.

Evet, belki yerel düzeyde, yani mahalleler düzeyinde, bazı cemaatleşme biçimleri gözlemlenebilir. Ulusal düzeyde hiç de söz konusu olmayan. Fransa Müslümanları temsil kurumları tesis etmeye hiç gönüllü değiller; kaldı ki Müslüman lobisi. Müslüman bir parti kurma girişiminin gölgesi bile yok. (Mazur görsün Houellebecq – “Soumission” adlı kitabın yazarı– gerçi kendisi de kurguyla mazur). Siyasal yaşamda, Müslüman kökenli adaylar Fransa’nın siyasi yelpazesine dağılmış durumdalar (muhafazakar sağ dahil olmak üzere). Müslümanın reyi yok (Sosyalist Parti’nin hasar tespitinde ortaya çıktığına göre).

Müslümanca eğitim ağı yok (tüm Fransa’da on civarında); gösteri yürüyüşleri yok (İslami bir meselede, birkaç binden fazla Müslümanın katıldığı hiçbir protesto eylemi yok); çok sayıda küçük semt camisi olsa da hemen hemen hiç büyük cami yok (olanların da neredeyse hepsi dışarıdan finanse ediliyor). Eğer bir cemaatleşme çabası varsa yukarıdan kaynaklanıyor demektir. Devletlerden; vatandaşlardan değil. Fransa İslam Konseyi’nden Paris Büyük Cami’ye kadar göstermelik temsil organizasyonları Fransız hükümeti ve yabancılarla kolkola. Fakat hiçbir yerel meşruiyete sahip değiller. Kısaca Müslüman “cemaat” son derece de gaullecü bir bireycilikten muzdarip ve elitlerimizin bonapartizmine ayak diremeye devam ediyor. Bu iyi bir şey.  

Yine de bu meşhur Müslüman cemaatten bahsetmeyi bırakmıyoruz! Sağdan sola kadar. Gerek gerçekten kaynaşmayı kabul etmeyişini ihbar etmek, gerek İslamofobi’nin kurbanı haline getirmek için. Birbirine zıt bu iki söylem aynı hayali Müslüman cemaat fantasmasına dayanıyor aslında. [Fransa’da] Müslüman bir cemaat-komünote yok; Müslüman bir nüfus var sadece. Bu basit tespiti kabul etmek bugünün ve yarının histerisine çare olabilir.

Kaynak: Le Monde
Dünya Bülteni için tercüme eden: Muhsin Korkut