72 milyonluk nispeten fakir ve çoğunluğu müslüman nüfusu, Avrupa’nın ortak değerlerini yansıtmıyor diyerek Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Şansölye Merkel’in yaptıkları muhalefet yüzünden Türkiye’nin AB üyeliği umutları solarken, Türkiye, hem bölgesel hem de küresel meselelerde gitgide bağımsız bir hat üzerinde ilerliyor. Bölgesel tarihe ilgi duyan hiç kimseyi şaşırtmamalı bu ama yine de bir soru geliyor akla: “Qua Vadis Türkiye?” [Türkiye, nereye gidiyorsun?]

Ortaya hızla iki ekol çıktı: Alarmistler / panik yaratanlar ve realistler. Temel şeylerde her iki ekol de mutabık.

Osmanlı tarihi ve İslam geleneklerine rağmen, Kemal Atatürk ve halefleri, devlet otoritesi ve müslüman inancını birbirinden ayıran modern, laik Türk Cumhuriyetini kurdular. Batı ittifak sistemine Soğuk Savaş’ta çapa atarak fayda sağlayan Türkiye, ekonomik bakımdan canlı ve dünyanın en büyük ilk 15 ekonomisi arasında; ayrıca G-20 üyesi. Üç kıtanın birleştiği noktada bulunmasına, askeri gücüne, enerji zengini Ortadoğu ve Orta Asya’ya yakınlığına bakınca, Türkiye, dünyanın siyaseten en istikrarsız bölgesi olduğu söylenebilecek bir bölgede rakip büyük güçlerin hesapları için can alıcı önemdedir. Analistler bu noktadan sonra, birbirlerinden ciddi şekilde uzaklaşmaktadırlar.

Alarmistler/panik yaratanlar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti’nin Türkiye’yi II. Dünya Savaşı sonrası batı yöneliminden geri çevirdiğine dair tehlikeli işaretlere dikkat çekiyorlar; Türkiye’deki laik müesses nizâmı (ordu, yargı, bürokrasi ve büyük şirketler) tedricen etkisizleştirerek Türkiye’yi teokratik bir otokrasiye çevirecek gizli bir gündem izliyor diyorlar.

Savlarını desteklemek için, Türkiye’nin Amerika’ya 2003 yılında Saddam Hüseyin’i devirmeyi kolaylaştıracak stratejik bir mekanı kullanma izni vermeyişini, Erdoğan’ın - Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva ile birlikte – İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’la İran nükleer meselesini yönetmeye çalışmalarını, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a karşı müeyyidelerin ağırlaştırılmasına hayır oyu vermesini, Hamas ve Hizbullah gibi radikal örgütlerle Türk hükümeti arasındaki temasları ve muhalefet partilerinin laik devlete zarar verecek dedikleri anayasa değişikliğini referanduma sunma planlarını anıyorlar. Hatta bazıları, ablukasını test etmek için Türk bayraklı bir gemiyi Gazze’ye gönderen Türkiye’nin bile bile İsrail’i kışkırttığını bile savunuyorlar; bu olay, trajik ölümler ve Türk-İsrail ilişkilerinin kopma noktasına dayanmasıyla neticelenmişti.

Realistler ise alarmist korkulara sert çıkarak – Ortadoğu’da başka yerlerde de gördüğümüz üzere – kendini gerçekleştiren kehanete döneceğini söylüyorlar. Batı dünyasına kurumsal olarak demirlenmiş Türkiye çok boyutlu dış politikasının tâli amaçlarını izlerken bu esnada AB üyeliği vizyonuna ulaşması için ona yardım edilmesi gerektiğini savunuyorlar. Realistler, AB’nin mevcut ekonomik sancılarına ve genişleme yorgunluğu denilen şeye bakarak, Türkiye’nin kısa bir zaman zarfında AB üyesi olmasının hayal olduğunun da tam olarak farkındalar.

Fakat realistler, Amerikalı politikacıları Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemeye ve batı yönelimini canlı tutmaya yüreklendiriyorlar. Erdoğan’ın bazı hareketlerinin 2011’de yapılması planlanan seçimlerin bir parçası olduğuna da inanıyorlar. AK Parti’nin mahalli seçimlerdeki zayıf durumu ışığı altında, Erdoğan ve Ak Parti’nin hesaplarında iç siyasi mülahazaların daha belirgin rol oynamasının muhtemel olduğunu savunuyorlar.
Mevcut durumun ironisi şu ki, Türkiye’nin gitgide bağımsızlaşan bölgesel girişimleri, dengeleyici bir aracı rolün mümkün olduğunu ispatlayarak aslında ABD ve batı amaçlarını desteklemektedir. Ortadoğu’da tüm taraflara yakın olan ve tüm tarafların kendisinden emin olduğu bir aracının, herhangi bir çatışma durumunda uzlaşmaya yardım ettiği uzun bir arabuluculuk tarihi vardır.

Amerikan piyonu olarak görülmediği takdirde, İsrail, Filistin, Hamas ve Hizbullah’la bağımsız bir şekilde yakınlaşacak Türkiye, aracı rolünü oynayabilir ve iki devletli çözüm için taze bir sürece rehberlik edebilir. Obama yönetimi, Amerika’da içeriden gelen baskılar yüzünden İsrail başbakanı Netanyahu’nun serkeşliğinin üstesinden gelebilecek gibi görünmediğinden dolayı daha doğrudan bir Türk rolü, etkin bir alternatif olabilecektir hatta ki çoktan etkin olmaya bile başlamış olabilir çünkü İsrail, Gazze ablukasını hafifletti ve barış görüşmelerinin yeniden başlamasına daha bir açık tutum sergiliyor gibidir.

Ticaret ve kültür kavşağında bulunan Türkiye, bugün Rusya, Orta Asya ve Ortadoğu’dan gelen petrol ve doğalgaz boru hatları ağının tam ortasındadır. Eğiitmli ve serpilmekte olan orta sınıfı, askeri müdahaleler tarihine rağmen canlı bir parlamenter demokrasisi, (İsrail’in ordusunu saymazsak) bölgenin en büyük ve en eğitimli silahlı kuvvetleri, hem Orta Asya hem de Ortadoğu ile kültürel ve dilsel bağları olan Türkiye, tarihi rakibi İran dâhil bölgesel nüfuz tasarruf edecek varlığa ve kıymetlere sahiptir.

Yazarlar hakkında: Theodore Couloumbis, Hellenic Foundation for European and Foreign Policy başkan yardımcısı ve Atina Üniversitesi Emeritus Profesörü; Bill Ahlstrom, çokuluslu bir Amerikan şirketinde müdür; Gary Weaver, Amerikan Üniversitesi (Washington, D.C,) Uluslararası Hizmet Okulu Profesörü.
Özgün başlık: Turkey's New Role in World Diplomacy
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı