Geçen Cumartesi gecesi Avrupa’nın yükselen dans müziği yıldızı Orange Blossom (1993’te bir batı Fransa şehri olan Nantes’te Pierre-Jean Chabot ve Jay C. olarak bilinen Jean-Christophe Waechter tarafından kurulan, dünya müziklerini bir arada çalan bir Fransız oskestrası) gönüllerin şehri İstanbul’da bir açık hava konseri verdi. Karışık bir Avrupa müziği, doğu Afrika ritimleri, ünlü Arap ve Ortadoğu melodileri ve kuralsız rock müziğinden örnekler seslendiren Fransız orkestrası sınır tanımadığının altını bir kez daha çizdi.


Orange Blossom; Everything must change (her şey değişmeli) adlı son albümünü tanıttığı bir Avrupa turundaydı. Türkler mest olmuşlardı.

Sadece konserden birkaç saat önce Türkiye’nin başkenti Ankara; hayatın her kesiminden insanın olduğu yaklaşık yarım milyon insanın (Bhadrakumar’da meydanın büyüklüğünden bihaber ç.n) toplanmasına şahitlik etti. Orange Blossom gibi bu kalabalıkta “çok kültürlüydü”; soldan ve aşırı sağcı “gri kurtlar”ında aralarında olduğu sağdan insanlar bir araya gelmişlerdi.


Fakat Fransız orkestrasından farklı olarak bu kalabalık Türkiye’nin politik hayatında statükonun devamını istiyordu. Kalabalık Türk devlet sisteminin sınırlarının ve Türkiye’ye has politik kültürün sabit ve kutsal kalmasını istiyordu. Hiçbir şey değişmemelidir. Topluluk “Çankaya’da bir imam istemiyoruz” diye slogan atıyordu. Zaman zaman batı karşıtı, küreselleşme karşıtı sloganlar atarak “ulusal uyanış” için çağrıda bulunuyordu.


”Sessiz kalma yoksa ülkeni kaybedersin” şeklinde sloganlar atıyorlardı. Toplumun, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde başbakanın adaylığını ilan etmesini engellemesi için uyarıda bulunuyorlardı. Onlar Erdoğan’ın laik Türkiye devleti için “gizli İslami tehdit” olduğunu iddia ediyorlardı.

Erdoğan ve hükümetteki AK Parti bu politik hakarete sakince tepki verdiler. Erdoğan topluluğu barışçı tabiatından dolayı övdü ve “sadece demokratik haklarını kullandılar” dedi. Türk halkının ortak seçimini temsil eden meşru bir şekilde seçilmiş parlamento olduğunu söyleyip onlara çatabilirdi. Fakat Erdoğan muhakemenin cesaretin en önemli unsuru olduğuna karar verdi.

Ankara’daki toz dumandan hemen sonra Erdoğan, Almanya şansölyesi Angela Merkel ile görüşmek üzere Berlin’e uçtu. Dönüşümlü başkanlığı Almanya’ya geçecek olan Avrupa Birliği ile canlılığını yitirmiş görüşmeleri canlandırma görevinin sorumluluğunu taşıyordu. Erdoğan, Berlin’de; AB ye giriş ne kadar geç olursa olsun Türkiye’nin Avrupa ailesinin dışında farklı bir seçeneğinin olmadığını yeterince açık etti.

Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’nin Avrupa’ya katılımı için İslamcı liderin gösterdiği çabadan dolayı çok mutlu olurdu. Çarşamba günü Ankara’ya dönüşünde Erdoğan bazı muhalefet partilerinin liderleriyle görüştü, kabine görüşmesine başkanlık etti ve sonra partinin cumhurbaşkanı adayını belirlemek üzere AKP Merkez Karar Yürütme Kurulu’nu topladı. Erdoğan’ın, AK Parti’nin cumhurbaşkanı adayı olması olasıdır ya da AKP’den başka bir adayın çıkarılması şeklinde ikinci bir plan vardır. Erdoğan ülkenin en büyük politik partisi olarak tercihini AKP’nin uzlaşmasına uygun tutmak zorundadır.

85 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti kendini bir dönüm noktasında görüyor. Fakat Erdoğan’ın son tercihinin unsurları Türkiye’nin sınırlarının çok ötesine uzanıyor. Türkiye’nin bölgesel bir güç olması, Avrupa ve Ortadoğu arasında bir köprü olması hasebiyle stratejik konumu, İslam dünyasındaki tarihi ve kültürel mirası—bütün bunlar önümüzdeki aylarda gün yüzüne çıkacaktır. Bu arada Türkiye kendini dondurulmuş bir halde tutmak için uğraşıyor. Cumartesi günü yapılan eylemle ilgili bir yorum yapan Turkish Daily News Erdoğan seçilse bile bu eylem onun rahat bir şekilde görevini yapmasına izin verilmeyeceğinin göstergesidir şeklinde bir tehdit öne sürüyordu.

Gazete tehditkâr retoriğine devam ederek “eylem, bu ülkenin sessiz yığınlarının Çankaya’da cumhuriyetin laik ilkeleriyle uyumlu olmayan birini görmek istemediğini açık bir şekilde gösterdi. Gazeteye göre bu eylem; Kemalist doktrinin “tam bağımsızlıkçı ruhunu” tam olarak temsil etmeyen, “milletin onurunu” yeterince savunamayan, bilimden daha fazla dini rehber edinen, Türkiye’yi ileri demokrasiler seviyesine götürmekten çok şeyhliklere, kardeşliklere ve şeriat düzenine özlem duyan biri bu ülkenin cumhurbaşkanı olarak seçilse bile bu koltukta rahatça oturamayacağının altını çok açık bir şekilde çizmiştir.”

Gazete açık bir şekilde başbakan ve hükümet partisini “parlamento çoğunluğuna sahip olmak bu ülkede istedikleri tarzda istedikleri şeyi yapma gücü vermez… parlamento konjonktürüne göre modern laik demokratik cumhuriyetin ilkeleriyle uyuşmayan herhangi biri Çankaya’yı kiralarsa… Türkler yeniden Ankara’da toplanacak ve modern Türkiye’nin kurucusunun koltuğunu, o koltuğa uygun olan birine devredecektir” diyerek uyarıyordu.

Fakat açık olmak gerekirse bütün Türk yorumcular bu kadar küstah değillerdi. Bazıları içinde mantık ve adil oyun duygularının saklı olduğu kendilerinden menkul “Kemalist” duruşu sergiliyorlardı. Şu andaki Kemalist mücadele olarak sunulan şeyin demokratik ruha uygun olmadığını belirtiyor ve demokrasi; Türkiye’nin olmazsa olmazlarından biri değilse Türkiye’nin kendini nasıl modern bir devlet olarak görebileceğini soruyorlardı.

Onlar; demokrasi ve laiklik birbirinden nasıl ayrılabilir diye soruyorlardı. Cumartesi günü toplananların bir kadının başörtüsü giymeme hakkının ve sahip çıktıkları demokrasi ve laiklik konseptinin tamamen batı kökenli oluğunu unutarak “batı karşıtı” bir duruşu sürdürmelerindeki çelişkiye işaret ediyorlardı.


Türk politikasındaki cari çıkmaz pek çok farklı faktörden kaynaklanmaktadır. Eskiden “İslamcı uyanış” için herhangi bir toplanma askeri bir darbe için bahane sunuyordu. Fakat bu günün Türkiye’sinde ani askeri bir darbe artık düşünülemiyor. Tek mümkün görünen şey Türklerin kendilerinin “post-modern darbe” olarak adlandırdıkları şeydir. Hâsılı Kemalistlerin ülkenin kuruluşundan mülhem olduğunu iddia ettikleri haksız güç istekleri bir Türk ulusalcılığı dalgasını kontrol ediyor.

Şüphe yok ki Türk ulusalcılığı son dönemlerde farklı faktörlerden dolayı yükseliştedir—bu yükseliş Türkiye’nin üyelik iddiasıyla ilgili AB’nin fark edilen aşağılayıcı tavrı; komşu Irak’taki savaş ve bunun sonucu olarak meydana gelen bölgesel dengesizlik; doğuda Kürt saldırganlığından gelen güvenlik probleminin büyümesi v.d nedenlerden dolayı olmaktadır.

Fakat aynı zamanda AKP İslamcı bir parti olmasına karşın dayanıklı bir politik zemine ve inkâr edilemez bir şekilde meclis çoğunluğunun üçte ikisine sahiptir. Diğer politik partiler kendilerini farklı derecelerde politik itibarsızlığın ve AKP’ye uygun birer alternatif olmamanın kredisizliği içinde buldular.

Bunun yanında AKP enflasyonu kontrol altında tutarken sürekli yüksek büyüme seviyesini devam ettirmekle ülke ekonomisini dengeye oturtma da dikkate değer bir şekilde başarılı oldu. Ekonomik politikalar; iş çevreleri, çiftçiler, emekli ve devlet memurlarının ihtiyaçlarına genelde cevap verir niteliktedir.

Bütün bunların ötesinde ‘hükümet etme’ tecrübesiyle AKP aynı zamanda Türkiye’nin devlet sisteminin çalışması üzerinde bir dereceye kadar hakimiyet kurdu—müthiş bürokrasisi, esrarengiz yargısı ve güçlü güvenlik kuruluşları üzerinde.

Kemalistlerin bir hayal kırıklığı duygusunu muhafaza etmeleri çok doğal çünkü zaman geçiyor ve her şeyin ötesinde Türkiye’deki demokrasi ruhu artık geri döndürülemeyecek derecede güçlüdür. Benzer şekilde ani bir askeri darbe tasavvur edilemez, aniden ortaya çıkan senaryoda Kemalistler için tek yol; politik ajitasyonunun anayasa dışı tehdit metotlarını kullanmadır—eski Sovyetler birliği ülkelerinin dönüşümüne özgü “renk devriminin” farklı bir versiyonu olabilir.

Fakat Kemalistler bu ülkelerin tersine AKP’nin Washington’unun büyük desteğine sahip olduğunu dikkate almalıdırlar. Tabi ki eğer kuzey Irak’ta Kürtlere karşı Türkiye askeri bir müdahalede bulunursa bu destek bitecektir. Fakat burada da Erdoğan Kürt saldırganlığı karşısında yumuşak durduğu şeklindeki eleştirileri savuşturarak Kemalist tuzağa düşmedi.

Kemalistler şüphe yok ki eğer Erdoğan veya partisinden biri için cumhurbaşkanlığında ısrar ederse tartışmaya yükleneceklerdir. Ülkenin dört bir yanından bir milyon kişiyi Ankara caddelerinde toplamak Erdoğan için zor bir şey değildir. O güçlü bir liderdir. Karizmatik bir figür ve kendisini büyük bir halk çoğunluğu takip ediyor. Fakat bu tamda kendisinin Kemalist cepheyle girmekten kaçındığı bir çekişmedir. 2002’den bu yana dikkat çekmiyor ve güçlü ordu ile bir çatışmaya girmekten kaçınıyor.


Türk politik hayatında soğuk savaş düzeni içinde (aşırı sağcı güçler üzerinden) geleneksel solun sürekli cezalandırılmasının; politik İslam’ın ortaya çıkmasını sağlayan imkanı doğurması kendi içinde yeterince ironiktir. 1970’lerin başlarında binlerce solcu kadro; devlet destekli şiddette yok edildiler.

İslamcılar bir sonuç olan, laiklik karşıtı politik boşluğu doldurmak için çok çalıştılar. Kendinden menkul Kemalistlerin kötü yönetimden, sınır tanımayan yolsuzluktan, iltimas ve politik plansızlıktan kendilerine bulaştırdıkları itibarsızlığı akıllıca kullandılar. İslamcılar, halk düşüncesini; kendilerinin hesap verebilir, temiz ve etkili politik bir alternatif olduklarına ikna ettiler.

Paradoks; İslamcıların çoğulcu politika anlayışları, batının liberal demokrasi anlayışından farklı olmasına rağmen AKP, Türkiye de AB üyeliği için gerçekten Kopenhag Kriterleri’ne uygun olan sosyal, ekonomik ve politik reformlar gerçekleştirmek için çalıştı. Geriye baktığımızda AKP’nin iktidarının; AB’ye girişe uygun hale gelmesi için Türkiye’nin geçirdiği dönüşüme şahitlik ettiğini inkâr edemez.

Ülke beş yıl öncesiyle karşılaştırdığımızda zor tanınıyor. AKP, ülkede hukukun üstünlüğünü güçlendirmeyi hedefleyen sürekli programı için AB’den takdir görmelidir. Avrupa; Türk İslamcılarına, kötü stratejilerinden kaçınmalarında ve bu stratejiler yerine demokratik politikalara ve merkez partisine dönüşme çabalarında onlara cesaret vermelidir. Fakat birçok farklı nedenden dolayı AB “genişleme” modunda değil ve bu Türkiye’nin girişi konusunu yavaşlatacaktır.

Türkiye’nin İslamcılarının politik katılıma doğru hareketlerinin ABD başkanı George W Bush'un Ortadoğu’daki demokrasi projesiyle bir alakası yoktur. Dahası tuhaf bir şekilde bu katılım Ortadoğu’nun bütünüyle demokratikleştirilmesi ile ilgilidir.

Kahire, Amman ve Riyad gibi başkentler İslami Demokrasi’nin Arap Laik Otokrasisi’ne alternatif olabileceği sonucunun kızgın halklarını cezp etmesini kesinlikle dikkatli bir şekilde izleyeceklerdir. Daha da önemlisi bu Arap rejimleri zaman geçtikçe endişelenmek için bir sebebe sahip olacaklardır. Batı özellikle de ABD; Türk tecrübesinden politik İslam ve temsili bir hükümet arasında uzlaşmaz nazik bir denklemin olmadığını fark edebilir.

Böyle bir fark ediş Arap dünyasında; rejim değişiminin yeni bir paradigmasıyla sonuçlanabilir. Bölgedeki otokratik hakimler; Türk tecrübesinin Filistin’deki birlik hükümeti ve Fas’taki İslamcılar ile “tarihi uzlaşma”nın uygunluğunun doğrulanmasıyla rahatsız olacaklardır.

Türkiye’de gözler önüne serilen şeyin önemi şurada yatmaktadır, eski İsrail dışişleri bakanı Shlomo Ben-Ami’nin son makalesinden alıntı yaparsak: “Ortadoğu için başarılı olacak herhangi bir stratejinin merkezi unsuru politik İslam ile bağlantılı olmak olacaktır. İslamcı hareketlerin karmaşık sisteminin anlaşılmasını engelleyen kategorik bakışların kıyamet senaryolarına yapışma yerine batı; hâlihazırdaki rejimlerin aldatıcı politik reformlarını durdurmaları için bunlara baskı yapmaya ihtiyaç duymaktadır.

Ben-Ami şöyle bağlıyor: “meydan okuma; İslamcı hareketleri yok etmek için olmamalıdır aksine onlara meşru politik zeminde bir yer garanti ederek onları devrimcilikten reformcu politikalara nasıl yönlendireceğinin hesabını yapmalıdır.”

Keza, politik İslam bir canavar değildir. Şekilsizdir ve bir “çok kültürlülük” türüdür—tıpkı davul ve kayıt konusunda Carlos Robles’e, vokalist Leyla Bounous’a, keman konusunda Pierre-Jean Chabot’a ve çalgıcı Mathias Vaguenez’e sahip olan Orange Blossom gibi karmaşıktır.

 

 

Bu makale Ali Karakuş tarafından Asia Times'tan Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.