Türkiye'deki başörtüsü tartışmaları, bir ironiyi ortaya çıkardı: Geleneksel giysiyi isteyenler modernleşme yanlıları, karşı çıkanlarsa ordu gibi yeri kolay sarsılmayan muhafazakâr güçler. Çağdaş ve orta sınıf İslami dirilişi temsil eden AKP, Batılı bakış açısına sahip ve ilerici bir güç.

Türklerin Avrupa için hiç olmadığı kadar ağır bir sorun teşkil edeceğinden emin olun -ve kendileri için de.

Tam da Fransa cumhurbaşkanlığı için Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğine hararetle karşı çıkan Nicolas Sarkozy'nin adının geçtiği bir dönemde Türkler de kendi içlerinde, Avrupa'nın İslamcı bir devletin laik kalelerinin kuşatılacağına dair en beter korkularını görünürde teyit edecek nitelikte bir cumhurbaşkanlığı krizi üretti.

Katı laik bir devletin başına alenen İslami bir siyasetçinin geçip geçemeyeceği tartışması gayet Türk tarzı, fakat aynı zamanda Avrupa açısından çok daha geniş kapsamlı sonuçlar da içeriyor: Avrupa'nın Müslüman hareketleri özünde gerici saymakla haklı olup olmadığı ve Türkiye'nin Avrupa Birliği'yle üyelik müzakerelerini hızlandırmamız veya tamamen durdurmamız gerekip gerekmediği konusunda.

Gül'ün Erdoğan'dan pek farkı yok

Türkiye'deki siyasi kriz, mayıs ayında seçilmesi gereken cumhurbaşkanının görevi hakkında yaşanıyor. Cumhurbaşkanının rolü büyük oranda sembolik, fakat yargıçların atanması ve yasaların veto edilmesi konularında da hatırı sayılır yetkiler de taşıyor. Cumhurbaşkanı, Mustafa Kemal Atatürk'ün Batı yanlısı, dine dayanmayan devlet mirasının da koruyucusu olarak görülüyor.
Bu yüzden iktidardaki İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın bu göreve talip olacağını ima etmesi, muhafazakâr çevrelerde ve en fazla da kendisini her zaman Atatürk geleneğinin nihai muhafızı olarak görmüş ve birçok defa da hükümetleri devirmek üzere müdahalede bulunmuş bir kurum olan orduda infial yarattı.

Açıkça Müslüman eğilimlere sahip, popülerliği de son derece yüksek oranlarda olan bu siyasetçinin ülkenin güçlü laik yapısının kalbine ulaşacağı düşüncesi, göstericileri sokaklara dökmeye, ordudan ve yargı kurumlarından da böyle bir şeye izin vermeyecekleri konusunda açık uyarılar gelmesine yetti.

Başörtüsü giyilmesine odaklanan bir yığın tartışmanın yapıldığı göz önüne alınırsa, bunun gayet anlaşılır bir mesele olduğunu düşünebilirsiniz. Türkiye Anayasası devlet binalarında başörtüsü takılmasını yasaklarken, başörtüsü takmakta ısrar eden bir eşe sahip olan İslamcı bir siyasetçi, bütün devlet binalarının en önemlisini, yani cumhurbaşkanlığı konutunu nasıl olur da işgal edebilir?

Sonunda Başbakan Erdoğan adaylığını çekip daha kentli Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ü öne sürerek krizin hararetini bir parça da olsa düşürdü. Abdullah Gül, vaktiyle ülkenin laik düzenini ihlal ettiği gerekçesiyle kapatılmış iki İslami partinin üyesi olmasının ötesinde, başörtüsü takmakta ısrarlı olan ve bu meseleyi yargıya da taşımış biriyle de evli.

Başörtüsü üzerine yapılan bu savaşın kendine özgü tarafı şurada: Türkiye'de geleneksel giysiyi isteyenler modernleşme yanlıları, karşı çıkanlarsa yeri kolay sarsılmayan muhafazakâr güçler.

İktidarda kaldıkları dört yılda Recep Tayyip Erdoğan ve İslamcı partisi AKP ülke ekonomisinde ve ekonomik yaklaşımlarda devrim yarattı. Erdoğan, kısmen Avrupa Birliği'ne girme niyetinden dolayı piyasaları açtı, yasaları değiştirdi ve kurumları modernleştirdi. 'Türk' ulusal onurunu ve geleneklerini korumak adına değişime direnenler ve Ermeni katliamlarını sorgulayan yazarlara dava açılmasından da bu nedenden dolayı sorumlu olanlarsa ordu ve yargıydı.

Muhafazakârların bir davası var. Mustafa Kemal Atatürk emperyal Osmanlı iktidarını bir 20. yüzyıl devleti haline getirmeyi ancak Batılılaşma yolunu zorlayarak başarabildi. Dine dayalı okullar ve dini kıyafetin, Atatürk'ün başardıklarını geriye döndürebileceğine dair gerçek kaygılar söz konusu.
Fakat Türkiye'deki İslami partinin Batılı bir bakış açısına sahip olduğu ve ilerici bir güç teşkil ettiği de bir gerçek; bölgenin başka yerlerinde de bu partinin paralelleri mevcut.

Çağdaş, orta sınıf İslami dirilişi anlamak için bir araştırma yapmaya kalksanız, bunun için Türkiye'den daha uygun bir yer bulmanız zor. Ülke nüfusunun neredeyse yüzde 50'si kendisini inançlı Müslüman olarak tanımlıyor. Şeriat hukukuna dayalı İslami bir devlet istediğini söyleyenlerin oranıysa yüzde 10'dan az. İçgüdüsel olarak geleceğe ve genel olarak da dünyaya bakan bir ülke Türkiye, geçmişe dönen bir ülke değil.

Asıl tehlike aşırı milliyetçilik

Tehlikeyse şurada: Türkiye'nin sınırlarında, Kürt milliyetçiliği tehdidi eşliğinde yaşanan Irak iç savaşı ve Türkiye'nin üyeliğine yönelik 'Şimdi istiyoruz, yok şimdi de istemiyoruz' yaklaşımı sergileyen Avrupa Birliği, ülkedeki milliyetçi ve otoriter odakları güçlendirecek, modernleşme taraftarları ve ılımlılar için de işleri daha da zorlaştıracaktır.

Türkiye, Avrupa'ya, doğusu ve güneyindeki yeni dünyayı anlamak ve o dünyayla uzlaşmak yönünde eşsiz bir şans sunuyor.

Ancak Nicolas Sarkozy ve benzerleri, Türkiye'ye bir fırsat değil, bir tehdit muamelesi yapıyorlar. Başörtüsüyle ilgili yorumları geçenlerde tartışma yaratmış Britanya İçişleri Bakanı Jack Straw ne der bilmem ama, bu kez hepimiz başörtüsü giyenlerden yana olmalıyız.