Bir süredir devam eden dershane tartışması, “ulusal” eğitim sorunu üzerine yeniden düşünmenin, yeni bir başlangıç yapmanın önemini bir kez daha hatırlattı. Eğitim-öğretim alanının, kervanın yolda düzülmesine izin vermediği anlaşılmış olsa gerek. Dershanelere duyulan ihtiyaç, okul sisteminin meslekler bağlamında değişen talepleri göz önünde bulundurularak yenilenmesine izin vermeyen temel zaaftan bağımsız düşünülemez. Arka arkaya açılan özel üniversitelerin varlığı kimseyi ilim ve irfan adına gururlandırmıyor şimdilerde. Donanımdan yoksun olmakla birlikte bir paye yükleyen sıfatlara sahip, bu nedenle kibirli ve beceriden yoksun, üstelik üşengeç gençlerin sayısını artırmanın bir başarı olmadığı açık. İyi test çözen, sınavlarda başarılı, fakat hafta sonunu da kapsayan yoğun sınav hazırlığı sebebiyle hayatın öteki alanlarında acemileşen genç yarışmacı, bu zor hazırlığı takip eden yıllarda   muteber bir iş edinemediği takdirde kolaylıkla hayat küskünü olabiliyor.

Yetenekli insanın önünü kesmeyen, yeteneksizi de boşu boşuna uzak hedefler için uğraştırmayan eğitim seçenekleri için daha fazla gecikilmemeli.

Dershanelere dönük eleştirinin sorununun çözümüne ilişkin gerçekçi bir adım olduğu da tartışmaya açık. Dershane ve benzeri türde destekleyici eğitim arayışı mekanları, bütün bu tartışmaların işaret ettiği muhataralı boşluk, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na dayalı eğitim anlayışının uzun yıllar süren baskısına karşı biriken sıkıntıların bir dışavurumu olarak da anlaşılabilir. Ancak, yerinde yapılandığı boşluk bağlamında ciddi bir hazırlık yapmadan, buna bağlı olarak da eğitim öğretim felsefesi üzerine radikal bir eleştiri gerçekleştirmeden dershanelerin herhangi bir usulle kapatılması, sorunun çözülmesini kolaylaştırmayacaktır.

****

Doğrusu ya, “okulsuz toplum” demiyorum; o çok ileri bir aşama olurdu. Mevcut okul yapılarının barındırdığı nice soruna karşılık çocuğu aile ortamından kopararak bir kurumlar zincirine dahil olmaya sevk eden eğitim planları, ailenin artık bir tür okul olamadığı kabulünden yola çıkıyor ve bu kabulü pekiştiriyor. Aslında şöyle: Devlet ya da kamu çocuğun benliğinin temel gelişimini aileye bırakmak istemiyor.

Büyük yanlışın herkes farkında, fakat çözüme ulaşmak kolay gözükmüyor. Eğitim sistemimiz, okullarımız, diplomalı nüfus oranı yükseldikçe kifayetsiz muhterisler yetiştirir oldu. Lise diplomasının nedense bir kıymeti harbiyesi yok. Çıraklık işini, bu işin sunduğu tecrübeyi küçümsemekte birbirimizle yarışıyoruz. Birçok iş-güç sırf bir diploma gerektirmediği için işten sayılmazken, birçok diploma da pratikte iş karşılığı olmadığından sahibine fayda yerine zarar veriyor.

Geçen yıl İtalya’da gençlerin çobanlık mesleğine ilgi göstermeye ve yüzlerce gencin çobanlık yapmak için kırsal kesime gitmeye başladığına dair bir haber geçmişti ajanslar. İşsizlik ciddi bir soruna dönüşürken internet erişimi, gençlerin iş algısını büyük ölçüde değiştirmeye başladı. Bu açıdan şehirli gençlerin çobanlık mesleğine yönelmesi ilginç bir toplumsal değişimin de haberini veriyor. Yenilerde İŞKUR’un eğitimli çoban olmak isteyenler için “Sürü Yönetim Elemanı” adıyla Türkiye’de ilk olan bir meslek edindirme programını hayata geçirmesi de rastlantı olmasa gerek. Değişen teknoloji, yaygınlaşmakla birlikte pratik ihtiyaçlarla örtüşmekte zorlanan eğitim, mesleklere ilişkin yerleşik kanaatlerin değişmesi sonucunu veriyor.

Benzeri bir yeniden adlandırmayla mümkün bakış açısı değişimi evlere temizliğe giden işçiler alanında da sağlanamaz mı? Her sağlıklı insanın tabii bir şekilde gerçekleştirmesi gereken gündelik işlerini mecburiyet nedeniyle üstlenen kadınlar ve erkeklerin mesaisinin hafife alınmayacak incelikler gerektirdiği üzerine de hak ettiği ölçüde düşünmek gerekiyor elbet.

****

Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan, İlknur Üstün tarafından hazırlanan “Boşuna mı Okuduk?” başlığını taşıyan ortaklaşa kitap, “Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği” alt başlığıyla beyaz yakalı işsizlerin dünyasını farklı açılardan ele alıyor. Kitabın başlığı, kastedilen işsizin ruh halini özetliyor aslında. O sahip olduğu donanımla daha önemli bulduğu bir işe layık olduğuna emin olduğundan, işsiz kalmayı yeğliyor. Herhangi bir işte çalışmak zorunda kaldığında ise bunu kendine yediremiyor ve içine yatmayan bir işte ekmek parası için çalışıyor.

Tanıl Bora ve Necmi Erdoğan’ın kaleme aldığı “Cüppenin, Kılıcın ve Kalemin Mahcup Yoksulları” başlıklı yazı, yeni tür işsizliğin ifadesi açısından çarpıcı tespitlerle dolu: Sosyal güvencelerin erozyonuyla tutunumsuzlaşan yoksul kitlelerin bir “sosyal patlama” tehlikesinin kaynağı olarak damgalanması, işe alınma kriterlerini de etkileyen kışkırtıcı bir algıyı aktif hale getiriyor. Nitelikle işin denk düşmemesi ise aynı iş yerinde emeklilik çağına kadar sürmesine garanti gözüye bakılan iş anlayışını değiştiriyor. İş havuzunda sürekli yüzmesi gerekiyor, idealist ya da gururlu işsizin. Yazının ara başlıklarından biri, sorunu özetliyor: “İşin bittiği” toplum mu, “işi bitmiş toplum” mu?

“Neşeli üretkenliğe” izin vermeyen bir anlamsızlık duygusu yayıyor, bulduğu işte çalışma zorunluluğu.

“Boşuna mı Okuduk”un yazıları kapitalizmin ve yeni teknolojilerin baskısı altında sürüp giden, salt işsizlikle sınırlı olmayan bir iş hayatı anlamsızlığının baskısını da kurcalıyor. Aksu Bora “Aile: En Güçlü İşsizlik Sigortası” başlıklı yazısında işsizlik olgusunu aile desteği ya da muhalefeti ekseninde irdeliyor. Geçerli bir işe sahibi olmamanın burukluğunu en çok hissettiren aile çevresi. Buna karşılık, “istisnai durum”lara rağmen aile bir sosyal güvenlik mekanizması olmayı da sürdürüyor.

İşsiz kadın ve işsiz erkeğe bakış açılarının farklılaşmasının nedenlerini de irdeliyor, Aksu Bora. İlginç tespitler: İşsizlik erkeklik niteliğini yargılamada her zamanki kadar kadının işsizliğine göre daha önemli bulunan bir sebep. Buna karşılık işsiz kadınlar arasında kendilerini “ev kadını” olarak tanımlamaktansa, “işsiz” olarak tanıtma eğilimi, dikkat çekici.

Bu konuda ne kadar yazsak az. “Ev kadınlığı mesleği” üzerine düşüncelerimi bir başka yazıda dile getirmeyi umuyorum.