Bedenin ve ruhun dünya ile kurduğu görünmez ancak hissedilir bir ilişki vardır; tıpkı bilgisayarın internette, "ortam"la yüzleşmesi gibi... Bu birliktelikte sağlıklı yaşam ve temas alanlarının yanı sıra, "sakıncalı" ve "virütik" alanlar da vardır. Onun içindir ki, internet ortamıyla bağ kuran her bilgisayarda "virüs tarama sistemi"nin kurulması ve belirli aralıklarla tarama yapması neredeyse bir mecburiyettir. 

Ki bu sistem sayesinde zararlı iletilerin alınması, faydasız temasların sağlanması önlenir ya da virüs taşıyan alanlara girilmesi durumunda erken uyarı sistemi devreye girer ve bilgisayar kullanıcısına tarama vaktinin geldiğini, saldırıya maruz kalındığını, tedbir almazsa vahim sonuçlarla karşılaşabileceğini ikaz eder. Wireless'tan mülhem, ilhamı daha makul bulabiliyorsak, bu dönemin algısına söz konusu iki sistem üzerinden paralellikler kurabiliriz... Ve bu paralellikler, aslında insan mekanizmasını bir nebze de olsa çözmemiz için işaret fişekleri gibidir...

MAHYALARIN YANMASIYLA BAŞLAYAN ŞÖLEN

Bugün ruh ikliminde yelken açtığımız Ramazan ayının, dünya ile ilişki kuran insanı düşündüğümüzde önemli bir virüs ayıklama sistemi olduğunu düşünebiliriz... Bir yıl boyunca farklı virütik iletiler bedeninde ve ruhunda hasarlar meydana getirmiş olan insan için, bu ruh ikliminin böylesi bir etkisinin olduğunu söyleyebiliriz. Bedenen ve ruhen "oruçlu" olmanın yani insan mekanizmasını dünyaya belirli ölçekte kapatmanın, ruhun tıkalı ya da kapalı damarlarını açmak anlamına geldiğini de düşünebiliriz.

"Oruç tut sıhhat bul" diye tembihlendiğimiz dünya yolculuğumuzda, Shakespeare'in Lady Macbeth'e söylettiği "Dünyayı kandırmak için rengine bürünmelisin" algısının hâkim olduğu bir dönemde, yoluna revan olduğumuz patikalarda illa ki toz toprak ve çamurla kirlenmemiz mümkündür... Göz pınarlarımızın kuruması, ötekinin yaşadığı dehşete bigâne kalmak gibi "kayıtsızlıklarımız" da olabilir... Ülfet ve rehavet, "misafir"liğimizi, "ev sahipliği" illüzyonuna da dönüştürebilir... Aidiyet duygumuzdaki ifrat, "zilyet"lik ziynetlerimizi, mülkiyet duygusuna da çevirebilir... Olabilirlik noktasında "melek" ile "şeytan" arasında, esfel-i safilin ile âlâyı illiyin arasında geniş bir yelpazede yerleşebilen insan için her şey mümkün... İşte bu mümkünat evreninde, beden ve ruh sağlığını korumak için, ülfeti kıracak ve rehaveti dağıtacak yapılara ihtiyaç duyulması ben-i Âdem için olmazsa olmazların başında yer almaktadır..

Tıpkı her dem yenilenen ve asal sistemin açıklarını kollayan virüs yazılımları gibi, dünyalığımız süresince birbirinden farklı "hal"lerle yüzleşmemiz de kaçınılmaz görünüyor. İşte bu yorgunluk, bezginlik ve acizlik zamanlarının "deruni" sarsıntılara yol açmaması için, belirli "gün", "gece" ve "ay"ların "sanal" dünyadaki virüs tarama vetireleri gibi, ruh dünyamızı koruduğunu, tazelediğini, yenilediğini ve hatta temizlediğini söyleyebiliriz. "On Bir Ayın Sultanı" Ramazan ayı, üç aylar silsilesi içerisinde ruhun eğilimlerinin taçlandığı ve cezbeyi yaşadığı bir aydır. Ve ömrün bir yıllık dilimini tarayan en büyük virüs programıdır. Recep ayı ile başlatılan program, Şaban ve Ramazan sürümleri ile nihayete erer... Üstelik üç ayların başında yani Recep ayında Şeytan'ın müminin ruh dünyasından kovulup uzaklaştırılması ve taşlanması da bu temizliğin amacına matuftur.

Üç aylık bir zaman dilimi mümin için manevi temizliğin, arınmanın ve yenilenmenin yaşandığı bir koridor gibidir. Bu koridor kuşkusuz kendi rengini, kokusunu, tadını emanet bırakır beş duyumuza... Ve biz yıllarca bu hazzın ve arınmanın iştiyakıyla bekler dururuz Ramazan'ı... Ramazan, sadece dinî vecibelerden dolayı Müslümanların bir ay boyunca sahurla iftar arasında aç susuz kaldıkları ay değildir. O aynı zamanda bir medeniyettir, bir ay süren yoğun ve hummalı bir ritüelin de yaşanma sürecidir. Süheyl Ünver'in ifadelerinde bu derinlik hemen fark ediliyor; eskiler daha Ramazan biterken, "on bir ay kaldı" diye sevinçle ömürlerini gelecek sene Ramazan'ına bağlarmış. Ölüm vaktinin geldiğini hissedenler bile, "Şu Ramazan'ı da göreyim de öyle..." diyerek hayatında bir defa daha Ramazan ayını yaşayarak öte dünyaya noksansız gitmeyi düşünürlermiş. Yirmi dokuz gün süren bazı Ramazanlarda ise, "Bizim bir günümüzü çaldılar" diye serzenişte bulunurlarmış.

Şimdi "Nerede o eski Ramazan'lar..." diyerek geçmişe nostaljik bir yolculuk yapmak ve dünü yücelterek bugünü fakirleştirecek bir söylem geliştirmek değildir niyetim... Çünkü Ramazan ayı, çocukluğumuzun o uçsuz bucaksız dünyasından ergenliğimize ve sonrasına varasıya yaşanan ve her dem taze, yeni ve parlak bir sayfa açarak zenginleşen bir kültürel alanın, bir medeniyet ikliminin adıdır da ondan... Ancak geçmişin kültürel birikimini göz ucuyla süzerek bugünü zenginleştirmek de kültürümüze sahip çıkmanın ve yaşa(t)manın bir şiarıdır. Bu bağlamda, düne şöyle bir göz gezdirmenin faidesi var sanırım:

Dedik ya, bir kültür bu mübarek ayın yüzü suyu hürmetine neşv ü nema bulmuş gelişmiş diye... Asırlar boyu bu kültürün eğlencesiyle, yemek kültürüyle, ritüeliyle ve sair unsurlarıyla kadim bir medeniyetin önemli bir parçası olduğunu söyleyebiliriz... Ramazan'ın gelişini dün nasıl haber alıyordu insanlar dediğimizde, gözlerimize şölen gibi gelen mahyaları unutmak ne mümkün. Şehri adeta bir şehri-ayin haline getiren mahyalar, ruhlarımızdaki ışıltının yansıması gibi camilerin minarelerinde birer müjdeci olarak belirirler. Suya aşkı dokuyarak ebru sanatını dünyaya armağan eden bu toplum, Ramazan sevincini ve coşkusunu, ruhun derinliklerinden uzanan mesajları, havaya yazarak 'Açıkhava reklamcılığının şahikası olan' mahya geleneğini yüzyıllardır yaşatıyor. 'Merhaba Ey Şehr-i Ramazan', 'Hoş Geldin Ey On Bir Ayın Sultanı', 'Bu Ayın Kadrini Bil' iltifatlarıyla Ramazan ayına kucak açan ışıklı yazılar, ortalarda 'Oruç Tut Sıhhat Bul' gibi bedene yönelik mesajlar ve sonlara doğru aşığın maşuka firak elemini yansıtan 'Elveda', 'Firak' kelimeleriyle başlayan hüzünlü dizelerle devam eder. Mahyalar hem sürecin planlanmasını hem de bu zaman diliminin kendisine özgü ruhunun gözlerden kalplere inerek ruhları aydınlatan ışık huzmelerine dönüşmesini sağlar.

Kuşkusuz kadim bir kültürün ve böylesi huşu dolu ayların buluştuğu Ramazan süresince, gündüzü oruçla geçen bir günün akşamında da eğlencenin olması tabiidir. Her dem kendi eğlencesini, her gönül kendi gülistanını oluşturur. Çağının önemli gücü olan Osmanlı İmparatorluğu'nun, yönetim merkezi olması hasebiyle kültür ve sanatın da pay-ı tahtı olan İstanbul'un, en zengin, en rengin etkinliklerle anılması kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu nurlu süreçte belli camilerin avlularında rengârenk sergiler açılır ve buralarda çeşitli ülkelerden getirilmiş baharat, şekerleme gibi gıda maddeleri, tesbih, ağızlık gibi hediyelik eşyalar sergilenir ve satılırdı. Şehzadebaşı'nın zengin birikimi ile Direklerarası'nda gezintiler tertiplenir, edebî ve tarihî sohbetler yapılırdı. Temaşa sanatımızın duayenleri İbiş, Pişekâr, Kavuklu, Hacivat-Karagöz, rolleriyle insanlara doyumsuz anlar yaşatır, hokkabazlar, palyaçolar çocukların ilgi odağı olurken, ortaoyunu bu eğlencelerin önemli bir parçasını teşkil ederdi. Akşam gezintileri, çeşitli oyun ve yarışlar, fener alayları gençlerin vazgeçilmez tutkusu olurken, yetişkinler, davulcuların okuduğu derin anlamlı maniler, şairlerimizin yazdığı musiki üstatlarımızın besteledikleri deruni bir iklimin esintisi olan Ramazaniyeler ile sermest olur. Etkinlikler bu kutlu aydan kalan kültürümüzün silinmez kayıtları olarak tarihe geçerdi.

Teravihte aralarda okunan salât-ı şerif ve kasideler, Kadir Gecesi'nde ayrı bir mana bulur, heyecan ve hazırlık zirve yapardı. Bu gecenin sabahında yorgunluk atılır atılmaz hummalı bir şekilde bayram hazırlıklarına başlanır ve mübarek ayın başlangıcı ve bitimine iki gün kala hilal gözetlemesi ise ayrı bir coşku, merak ve gündem oluştururdu.

Ramazan'da iftar, orucun çok önemli bir ritüelidir. İftara ayrı bir anlam yüklenir. Sofralar rengin ve engin estetik anlayışı ile adeta bir motif, bir nakış gibi dantel dantel işlenerek kalp, göz ve ruha hitap edecek şekilde ilmek ilmek dokunurdu. Osmanlı döneminde varlıklı kesimin köşk veya konaklarda iftar daveti vermek; maddi gücüyle orantılı olarak iftar davetinin hakkını vermek vazgeçilmez bir gelenek olarak devam ederdi. Bu davetlerde fakirler de ihmal edilmez, hatta davetsiz gelenler bile 'Tanrı Misafiri' olarak adlandırılır, izzetleri âli tutulur, içeri alınmada öncelik tanınır, güzel bir şekilde ağırlanırdı. Teravihe kadar sürecek olan bu maddi-manevi ikram hizmeti en geç ezanın başlaması ile misafirler camiye doğru evi terk eder. Ancak terk etmeden önce dünyaya örnek olacak bir ayrıntı daha yaşanırdı. İftar edilip teravih namazına gidilirken misafirlerini ağırlamakta kusur etmeyen ev sahipleri konuklarına, içerisinde gümüş tabakalar, kehribar, koka, bağa tesbihler, Oltu taşlı ağızlıklar ve gümüş yüzükler takdim edilirken, fakirlere ise içinde altın paralar veya gümüş akçeler bulunan kadife keseleri diş kirası olarak kimsenin fark edemeyeceği bir nezaket ve nezahetle ceplere bırakılırdı.

KÜLTÜR DÜNYAMIZDA RAMAZAN'IN İZLERİNİ ARAMAK...

Ramazan sadece insanın bedeni ve ruhsal yapısı üzerinde etki bırakmıyor, aynı zamanda konuşmalara farklı bir elbise giydiriyor, yazmaların, düşünsel eserlerin de mimarisini şekillendiriyor. Toplumsal hayata yaptığı zengin ve rengin katkıların yanında romandan şiire, plastik sanatlardan geleneksel sanatlara bir dizi alanda medeniyete uzanan bir kültür oluşturuyordu. Özellikle bu ayda musikişinas ve edebiyatçıları bağrına basan o zamanın İstanbul'u Ramazan ayının gelişi ve bitişi sürecinde binlerce şiir yazdırmış, beste yaptırmış, teravih ve diğer etkinliklerde insanların haz aldığı, birikimine zenginlik kattığı, hiçbir kültürde rastlanmayan şaheser Ramazaniye'ler ortaya çıkmıştır. (1)

Hülasa Ramazan, ruh ve bedenlerimiz için yorgunluk ve streslerden arınma vesilesi ve vetiresidir. Bu kutlu ay, kendine özgü nesimlerin üfül üfül estiği bir ruh ikliminin içerisinde, gönlümüzü kirden pastan ayıklar; bu iklimden beslenen insanlara kutlu bir nefes üfler. Bu nefes, musikiden şiire, sahne sanatlarından resme ve eğlencelere varasıya geniş bir alanda varlığını duyurur, hissettirir de hissesi olanların cem i cümlesi bu ruhun etrafında adeta o ruh olarak yaşar, dururlar.

Dünden bugüne köprüler kurmak elbette ki elimizde... Bir sayfa düne açılırken bir sahife de bugüne açılır. Kültür dünden bugüne akan bir nehir gibidir. Hülasa bugün bir Ramazan'ı daha idrak eden bizler, dünün güzel âdetlerini yaşatırken bugünü de mamur bir şekilde geleceğe örnek olacak bir medeniyeti bırakmanın gayreti içinde olmalıyız. Kültür dünyamızın kaydettiği bazı incelikler, ruhi kazanımlar kaybedilmeden bugün de hayatımızın bir parçası olarak yaşanabilir ve genç kuşaklar, çocuklarımız bu ruh ikliminin sıcaklığını tevarüs ederler. Onların dimağında Ramazan'ın, üç ayların ritüelini yaşatarak, sağlıklı bir gelecek için "virüs programı"nı kurmak ise bugün büyüklerin üzerinde bir görev olarak duruyor...

"Dün dünde kaldı cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek lazım" düşüncesiyle, "İki günü bir olan bizden değildir" duygusuyla algıladığımız ve yaşadığımız "zaman" kuşkusuz bir arayışın ruhunu yansıtmaktadır. Bu arayış, bulduklarımızın ve inşa ettiklerimizin üzerine yenilerini ekleyerek, zenginleşerek, gelişerek daha nice Ramazan'ları, Ramazan Medeniyeti'ni cevval, heyecanlı ve diri karşılamamızı, yaşamamızı sağlayacaktır...

Hayırlı Ramazanlar...

(1) Uzun zamandır üzerinde çalışılmayan ve neredeyse unutulmaya yüz tutan bu geleneği Kültür AŞ'miz 'Ramazaniye' albümüyle tekrar yaşatmaya başlamıştır.
Nevzat BAYHAN - Kültür AŞ Genel Müdürü

Kaynak: Zaman