İran İslam Devrimi'nin karşılaştığı sorunların başında Irak savaşı gelir. Bu savaşa milyarlarca dolar harcanması altyapının paramparça olmasına, özel sektörün sakatlanmasına ve devletin rakipsiz güçlenmesine yol açtı. Fakat İran bu özel durumunun yanında yeraltı kaynakları açısından zengin olan başka ülkelerle aynı sorunu paylaşıyor: Uzmanların 'Hollanda hastalığı' teşhisi koyduğu bu sorun, zengin yeraltı kaynaklarıyla ilgili bir hastalık.

Başta petrol ve doğalgaz olmak üzere yeraltı kaynakları bir ülkenin her yönden zenginleşmesine yol açamayacağı gibi, bazen geri kalmışlığa bile neden olabiliyor. İran bu hastalığın pençesinde; halkın giyimine kuşamına, ne düşündüğünden neyi sevip neyi sevmeyeceğine ve kimi seçip seçmeyeceğine kadar karışma yetkisi bulunan 'devlet ejderhası' bu hastalığın belirtilerinden birisi. Bugün bazılarının devlet ekonomisini savunmasının nedeni bundan doğrudan çıkar sağlamaları. Yoksa bu ekonominin özel sektör cılızlaştıkça zararlı sonuçlar doğuracağı herkesin mâlumu. Ben bu hastalığın ekonomik boyutunu değil, İran'a siyasi açıdan neler getirip getirmediğini ve hastalığın belirtilerini ortaya koymak istiyorum:
Niye bizim gibi petrol zengini ülkeler hep demokrasi yolundan sapan, geleneksel veya totaliter rejimlere meyleden ülkeler konumunda? Niçin tüm petrol sahibi ülkeler bu 'piyango servet'e rağmen düşünce, basın ve ifade özgürlüğünden, etkili işçi sendikalarından ve güçlü halk partilerinden yoksun? Bence din, kültür ve geleneksellik bir ülkeyi geriye götürmek için yeterli değil. Thomas Friedman'ın 'Sıcak, Düz ve Kalabalık' adlı son kitabını okuduktan sonra bu savımın geçerliliğinden emin oldum.

Fredman'a göre, başta Rusya ve Venezüella olmak üzere petrol sahibi ülkelerde, petrol fiyatlarının düştüğü 1990'larda devletin şeffaflığına, siyasi rekabete, katılımcılığa ve basın organlarının çoğalmasına, açık seçimlere, reformcuların güçlenmesine, ekonomik reforma ve özgürlüğün artışına tanık olduk. Fakat 2000'de artan petrol fiyatlarından sonra bu tablo matlaşmaya başladı.

Bu ilişkiyi 'Petrosiyasetin ilk yasası' diye adlandıran Friedman 'Doğal Kaynak Belası'nı özetle şöyle niteliyor: İran gibi ülkelerde doğal servet toplumsal gelişim sürecini sekteye uğratarak, petrol gelirini cebe indiren devletle toplum arasında kutuplaşmaya yol açtı. Yoksul halkların zengin liderlerinin tek derdi bu sistemi, yani kendi zenginliklerini korumak.

Dolayısıyla halk her zaman ikinci planda yer alıyor. Bu ülkelerin yoksul halklarına devlet tartışılmaz bir kutsallık olarak dayatıldığı için işsizlik, eğitimsizlik ve gerikalmışlıktan dış güçleri sorumlu tutuyorlar ve sorunlu devletlerinin devam etmesine farkında olmadan yardım ediyorlar. Devlet petrol geliri sayesinde halktan bağımsız yaşamaya devam ediyor ve dolayısıyla devlet aslında bir halk projesiyken, halk devletin projesine dönüşüyor. Yeraltı kaynaklarına sahip olmayan ülkelerdeyse halkla devlet arasında, vergi etkisine dayalı bir dayanışma mekanizması bulunuyor. Petrol ülkelerinde durum böyle değil. Bu ülkeler toplumsal baskıyı petrol geliriyle geçiştiriyor; oysa halk vergi verdiğinde beklenti de çoğalıyor ve devlet halkı dinlemek zorunda kalıyor. Zira geliri halktan alıyor ve tek bir protosto veya grev hükümeti devirebilir.

'Hollanda hastalığı' ülke içi sanayiyi çökertip halkı kaliteli değil, ucuz ve şabancı mal tüketicisine dönüştürür. Siyasi açıdansa akıl dışı bir sistemin iktidarda kalmasına yol açıyor; halk sorunlarını çözecek bir devlet ararken sorunlara yol açan bir devletle karşılaşıyor. (İran gazetesi İtimad, 20 Eylül 2009)

Kaynak: Radikal