Kadın ve ev arasında çok doğal, dolaysız bir bağ olduğunu düşünürüz. Bir ev yeni ya da eski, çirkin ya da güzel, kadın eli değdiğinde içi kadar cepheden görüntüleriyle de yeni bir hüviyet kazanır gibi gelir bize. Bu takdirde bir evin tasarımı ve yapımında kadın ne ölçüde etkin rol alıyor, sorusu geliyor akla. Şaşırtıcı ama doğrudan önemli bir rolden söz edemiyoruz, teknolojik gelişmelere ve kadın hakları etrafında yükselen söylemlere rağmen. Tersine, teknolojik gelişmelerin görkemi sorgulanamazlığı ve –umutsuzca- uyum çabasını telkin ediyor. Teknoloji yanı sıra kendi kara büyüsünü de getiriyor. Geçen hafta bu köşede yayımlanan yazımda anlattığım İDE Konferansı” kapsamında gerçekleşen “Kadın ve Sanat” başlıklı panelde “Mimaride kadın muhayyilesi neyi tamamlar?” başlığıyla bu konuda akla gelen sorulara cevap aramaya çalışmıştım.

Konuşmamın başlığı ilk konut üzerine düşünmeye çağırıyordu. Mağara dönemi bir vakıaysa -ki öyledir, günümüze de uzanıyor dönem, mağarada doğan bir arkadaşım var mesela-, daha ilk mağara günlerinde kadının eşler arasında içeride daha çok vakit geçiren taraf olduğunu tahmin edebiliriz. Erkek ava gidiyor, kadın çocuklara bakarken mağarayı yaşanılır kılmaya çalışıyor. Mağarayı kendi ihtiyaçlarına göre ne kadar şekillendirebilir ve dönüştürebilir? Kazmak, çekmek, kaldırmak, kırmak, kesmek için kas gücüne ihtiyaç duyacaktır. Yeni ihtiyaçlar ve daha uygun gelen düzenlemeler üzerine düşünür, hayal eder, atasına/kocasına/ağabeyine anlatır.

Sanat ne kadar geriye gittiyse mimari de o kadar geriye gitmiş olmalı zaman içinde. Miro, mağara dönemlerinden bu yana sanatın gerilediğini söylüyordu. Kadın muhayyilesinin eksilmesinin sebep olduğu bir yoksullaşma ve boyut kaybından söz edebiliriz. Bazen canhıraş sıçramalar yaşanmamış değildir. Bu sıçramaların, kadın muhayyilesini bilerek veya bilmeyerek hesaba katmaktan kaynaklandığı düşünülebilir. Siyahkalem’den Goya’ya, Miro’dan Akyavaş’a, eksik kılınanı telafiye dönük bir çabadan söz etmek olası.

Mimarlık ve şehircilik bu sıçramalardan güçlükle nasibini alabilirdi. Strateji, teknik, siyaset, ekonomi, güvenlik gibi unsurlarla şekilleniyor bir yapı. Tasarım ve sektör gizemli, karmaşık ve ulaşılmaz güçler olarak takdim ediliyorlar. Küçük yerleşimler hayal gücünü işletmede daha bir elverişli olsa gerek. Bir kulübe, dağ evi, gecekondu… Bir ürünü veya işi değerli kıldığı hissi veren “kadın eli”nin dokunuş ve kavrayışları binalarda niçin özellikle iç mimari alanında kendini duyuruyor? Kaldı ki iç mimarların tasarımlarında tercih ettiği birçok eşyanın ve malzemenin de mucidi muhtemelen erkektir.
Öyleyse mimaride “kadın eli değmesi”ni hangi açılardan tanıyor, tanımlıyoruz? Hz. Fatıma’nın elinin bereketine duyulan güven geliyor akla. Onun evi/ev hanımlığı üzerine okuduklarımız takvayı duyuruyor, kanaatin estetiği üzerine düşünmeye sevk ediyor.

Kadınlar hayalleriyle kulübe ve saray arasında gidip gelirler. Yalınlığı nedeniyle yazlık evde rahat etmeyi umarlar. Toza, kire-pasa boşverilebilir o mekanlarda. Fazla titiz olmak gerekmez. Çamur, kir pas geçici olarak önemsenmez. Beri taraftan toprakla yakınlaşmanın getirdiği bir rahatlamadan da söz edilemez mi? Gerçi hayal kırıklığına uğramak kaçınılmaz. “Uzaktaki hafif ev”e ilişkin gerçekler, kurulan hayallerin yanına yaklaşamaz.

Adem’in Kulübesi ya da Romalı yazar, mimar ve mühendis Vitrivius’un Batı mimarlığına ilkelerini hatırlatan kitabı (d. MÖ 80-70, ö. MÖ 15) “Mimarlık Üzerine On Kitap”ından beri mimarlığın erkek mesleği olarak gelişmesi, depremde en çok kimler hangi sebeple ölüyor sorusuna çekiyor beni. Bu soru çocukluğumda başka bir içerikle kafamı karıştırıyor ve sağlam, güvenli evlerin nasıl yapılabileceği üzerine düşünmeye sevk ediyordu. Anneannem 1939 Erzincan Depremi’nde beş çocuğunu yitirmiş. Zorla evlendirilip de bir türlü ısınamadığı kocasını terk ederek at sırtında baba evine dönen bir kadın, anneannem. Onun mırıltıları, hikayeleri, türküleri bana evini yapmanın bir kadın için öncelikle evliliğini kurmak anlamına geldiğini düşündürmüştür.

Evin kadınından söz ediyorsak önce eş-dosttan söz etmemiz gerek. Aşkla benimsenerek kurulan ev, “takva mescidi” gibi riyasız.

“Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği” kitabında Peter Berger’den ilhamla gaybi evsizliğin sebep olduğu problemleri irdelemeye çalışmıştım. Ev küçük, yoksul halli, gecekondu aceleciliğiyle malul olabilir, ama aşkla kurulduysa, muhayyile eksiği tamamlamaya heveslidir. Ev şato da olsa Mary Shelley’in Frankenstein’ı misali gotik roman platosuna dönüşecektir. Dil başka bir düzeyde gelişip kadın söylemlerini kulak arkası mı etmeye başlamıştı? Varlığın evinde olduğunu nasıl duyabilirdi kadınlar?  Şimdilerde başka bir baskı altındayız: Çekirdek ailenin dar çeperleri bütün evlerde aynı baskıyı yapıyor. Dışarı kaçmak, bir ada sahip olmak, kendini bulmak… Mantı yapacaksa da emeği –sadece maddi değil ancak “kamusal” bir takdir görsün diye de- bir aşevinde sunmak istiyor kadın. Mahremiyetin kamusal alanı istilası (Baumann) zamanına oklavası, tenceresi, kendi aşçılık maharetiyle katılıyor.

Çünkü evlerde bir şeyler yanlış anlaşıldı. Çoğumuz konut makinelerinde yaşıyoruz. Mağara döneminde olduğu gibi başımızı soktuğumuz bir çatı altı bulduğumuza şükrediyoruz. Nadiren tasarısına katıldığımız beton isli ve ahşap görüntü adına formaldehit zehirleri saçan evlerde oturuyoruz. Hayal ettiğimiz evle ilgili arayışımızı önce kendimiz yadırgıyoruz, elbette; evsiz ya da çok olumsuz şartlar altında yaşayan milyonlarca insan var dünyada.  Asıl mesele şu ki gaybi evsizliğin bir sebebi  ihtiyaç duyduğu bağlantılara ilişkin varoluşsal açıklamalarını yitirmektir ve ev bir bakıma bağlantıları oluşturmayı haiz bir ocak olabilmelidir.  Sıla ise içimizde taşıdığımız çocuklukla birlikte (Ursula K Le Guin, Yanılsamalar Kenti, sf. 21) hafife alınmaması gereken bir anlam kaynağımız. Nitekim Osmanlı dönemi fetvaları evlenen kadına ev dayatılamayacağını bildiriyor. Paradoks: Kadın olarak (zahiren) dini sebeplerle zamanımızın çoğunu evde geçirmemiz beklenirken,  evin planı ve malzemesi konusunda fikrimizin alınması önemli değildir.

Evini mimarlara tarif eden kadınlar nispeten şanslı.  Nadiren de olsa evinin planını adım adım tasarlayan kadınlarla karşılaştığım oluyor. Kayseri’de tanıştığım Rahime Şenaltun, şehrin yazlık evlerinin bulunduğu Endürlük havalisinde kendisine bir taş ev yap/tır/mış. Bir diğeri Bursa’nın Saitabat köyünde Türkiye’nin ilk köy kadınları derneğini kuran  Şermin Cakalıoğlu.  O da dernek binasını adım adım kendisi tasarlayarak, inşaat sürecine katılarak yaptırdığını anlatmıştı bana.

Kadınların varlığını hesaba katan bir mimarlık endişesinden yoksunuz doğrusu. Yormayan, oyalamayan, zora koşmayan bir tasarım bazen uygun boşluklarla anlatır kendini bazen doğru yere bakan pencerelerle. Ying-Yang almaşığı düşüncesinde boşluk, esinlerin, fikirlerin, korunması gereken bir sükunetin mekanı.  Boşluklu alanlar için François Cheng “Esinlerin devinimine izin veren etkin eleman” diyor. Hantal eşyalarla dolu salonlar sürekli kontrol gerektiren düzeniyle düşünmeye, hayal kurmaya izin verebilir mi? Kadınlar ya çok varlıklılarsa mesela villalarının planına eleştiri ve talepleriyle müdahale ediyor  ya da çok yoksullarsa, gecekondularda planın yanı sıra inşaata da katılıyor. Metin Yeğin’in  Ax u Av Koelektifi ile Viranşehir’de gerçekleştirdiği “kendi evini kendin yap” girişiminde yoksul ailelerin kadınları, işçi kadınlar evlerinin yapım sürecine dahil oldular. İnşaata katılıp malzemeyi seçebildiler.

Mimarlık tarihimizin daha eski dönemlerinde istisnalardan söz edilebilir mi bilmiyorum, ancak kısa Cumhuriyet tarihinde kadın mimarlarımız eksik değil. Mimarlık fakültelerinde her zaman kız öğrenci sayısı fazladır, ama piyasaya çok azı dahil olur. Cazip bir meslek, gelgelelim uygulamada bir hayli zorluyor karşılığını bulmak. Türkiye’nin ilk kadın mimarı Leman Cevat Tomsu (1913-1988)   Kayseri doğumlu. Birçok kamu binası yapmış. Söz gelimi Münevver Belen ile yaptığı Gerede Halkevi Projesi’ni inceledim, diğer halkevi projelerine göre daha bir sıcak ve sevimli geldi. Farklı, yumuşak bir hava katılmaya çalışılmış. “Kadın eli” değdiği belli oluyor. Kamusal binaların ulusal mimari akımının tarif ettiği görkem ve ciddiyetle, geleneksel ögelerden arınmışlıkla kendini belli eden üslubunu kırmayı denediği izlenimini uyandırıyor.

Mimaride “kadın eli”nin değmesinin genel yapıyı (paradigmayı) pek az değiştirebileceği bağlamında, Zaha Hadid’in projeleri tartışmaya değer. Çelik ışıltısı yayıyor tasarımları. Zaten modernizmin denenmeden bir tarafa bırakılmış önerilerini yeniden irdelemek gerektiği düşüncesinden yola çıktığını anlatıyor anlatıyor Hadid; onları yeniden hayata döndürmek için değil de yapının tasarımlarında yeni alanların önünü açmak üzere. (Hal Fosteri Sanat Mimarlık Kompleksi, sf. 115, İletişim; 2013).

Çamlıca Camii’nin mimarlarının kadın olması, bu camiyi Süleymaniye’nin gölgesi altında kalmaktan kurtarabilecek bir sebep sayılmaz elbette. Planlar, paradigmalar, teknoloji, klasik formun aşılmazlığı kanısı gibi etkenlerle kuşatılmıştır mimarın muhayyilesi bu kez. Kadın evi yapan değil ayakta tutan cins olarak takdir edilir mağara dönemlerinden beri ki bu da iyimser bir bakışla –evlerde ve özellikle mutfaklarda sıklıkla atıfta bulunulan Hz. Fatıma’nın elinin bereketi kabulü açısından da bakıldığında- bir tür mekân yorumculuğu olarak değerlendirilebilir. Kadın dokunuşlarıyla, süreç içinde kendini duyuran ihtiyaç ve zorunlulukları hesaba katarak hale yola koyan düzenlemeleriyle mekâna başka bir türlü bir duygu, bir içerik kazandırmanın alışkanlık ve becerilerine sahip olmalı diye düşünülüyor. Esasında mimariye kadın eli değmesi daha ziyade iç mimari alanında gerçekleşiyor. Bu alanda da tasarımda kullanılan birçok ürün erkek muhayyilesinin eseri.

Teknoloji, malzeme, uygulama aşaması sektörün katı kurallarından nadiren bağımsız olabilir.  Wittgenstein’ın Viyana’da kız kardeşi için tasarladığı ev, her ne kadar kız kardeşinin anlattıklarına dayalı bile olsa kendi Le Corbusier ve Gropius beğenisini yansıtıyor. Kamu binası gibi kaskatı, şirinlikten yoksun. Fakat kadınların şirin evler hayal ettiğini kim söylemiş? Birçok kadın Nail Çakırhan’ın Akyaka’daki nesli tükenmeye başlayan masalsı evlerinden biri yerine güvenlikli, havuzlu, çocuklar için oyun alanı bulunan bir site dairesini tercih edebilir. Güvenlik, temizlik; mağara zamanından kalma ilk endişeler. Mimarlık sektörel bir meslek. Metin Yeğin’in A x u Kolektifi Viranşehir’de gerçekleştirdiği “Kendi evini kendin yap” gibi evin kadınını tasarıma ve malzeme seçimine katan örnekler çoğalabilse keşke.  Fakat sektörün iradesi bir yerde devreye giriyor. Kimileri iş güç arasında inşaatla malzemeyle uğraşmak istemeyip vekalet verecektir.

Birçok ilde, özellikle Doğu Anadolu şehirlerinde evlerin tapusu  yüzde 86’ya ulaşan bir oranda erkeklerin üzerinde.  Evler sağlam hatta şiirsel olsa bile niye yuva olamıyor, üzerinde düşünmek gerek. Kadınların kendi kendinin evi olduğu düşünülüyor belki. Kadın aslında varlığın evi sayılabilir oysa. Bildiğimiz ilk evlerden biri, “rahim.” Mevcut evlerin inşasında ise kadının hayal gücü sınırlı olarak yer alıyor. Bambu, vinil, pvc, laminat… Döşemelere emdirilen korkutucu formaldehit oranı üzerine ise ne kadınlar ne de erkekler layıkıyla düşünüyor.

Paradoksu şöyle özetleyebiliriz: Tasarlanamayan, planına malzemesine karışılmamış ev yoruyor, zihni parçalıyor, hayal gücünü kısıtlıyor. Yorgun kadınlar ise nadiren hayal kurma ve tasarlama yeteneklerini canlı tutmayı başarabilirler.

Çok rahat, her açıdan iyi düşünülmüş, malzeme seçilirken kılı kırk yarmaktan geri durulmamış bir ev de muhayyileyi rehavete sürükleyemez mi peki? Başka bir teklifte bulunmak gerek. Aklıma daktilosunu kocasının eve döneceği akşam saatlerinde bir battaniyeye sararak gizleyen bir yazar arkadaşım geliyor. Kadın muhayyilesinin eseriyle etkileşiminin altın çağı mağara dönemleri miydi yoksa? Ne daktilo vardı ne de herhalde karyola. Kimi araştırmacılar mağara duvarlarındaki resimlere kadın elinin değdiğini söylüyorlar. Hz. Fatıma’nın eli etikten estetiğe yöneldiği için hayatı kolaylaştıran bir güzelliğe ulaşıyor. Sanırım muhayyile ile elin işlerliği arasındaki bağın kopmadığı yer neresiyse işte orada kadın kendini yuvasında hissediyor.