I-Temiz yüz nasıl görünür, ve temiz yürek… Yüreği bakışlardan okuma beceriniz olsaydı ve anlama çabanız sadece kendi cümlelerinize yönelmeseydi “sosyal” medya denilen söz metrosunda, Norveçli katil Breivik’e  suçüstü  erişmeniz mümkündü, twitter hesaplarından bangır bangır bağırmadan da önce. “Soruyorum beyaz İsa’dan, söyle ne fayda var duada” diye yazmıştı Bir Zenci Kızın Türküsünde Langston Hughes, Katilin sarı saçları yüzünden şoka sürüklediği bir dünyada esmerlik doğuştan cani ve kölelere özgü sıfat.  

Her şey uzun zaman tartışmayı başından hükümsüz kılacak kadar net görünüyordu. Esmer gölgelerdi tekinsiz olanlar, hele uzak diyarlardan, baharat tüten adalardan, ezan sesi yankılanan  vahalardan geliyorlarsa. Beyaz Gölge basketbol oynar, Siyah Gölge Amsterdam sokaklarında güpegündüz uyuşturucu pazarlar. Tahran’da devam ettiğim Kişh Dil Enstitüsü’ndeki İngilizce hocalarımdan biri, “Avrupa’ya gittiğimde Yahudi olduğumu söylüyorum” diyordu. Esmer Yahudi’ye yönelik öfke, Celine metinlerinin estetik eleğinden geçerken “karakalabalık Müslümanı” na dönüştü.  Ne renk örtülürse örtülsün başörtüsü kurum karası, mavi gözlü Müslüman Bosnalı ise esmer mi esmer.

Kötü ve karanlık olan her zamankinden daha çok göçmendir ulus devlet sınırlarının aşılmasını zora koşan şimdiki zamanda, hele Müslümansa; yaydığı tehditlere karşı yerli ahaliyi korku ve vehimlere boğan da o… Kolonyalist seferlerin yerlerinden yurtlarından ettiği insanlar şimdi çalınan ekmeklerinin peşinde bir zengin sahile ulaşmaya çalışıyorlar, boğulma tehlikesini göze alarak. O kadar daralıyor ki ekmeğin zemini, kapısı lehimlenecek bir konteynir içine mesela kırk dört kişi sığmaya çalışıyor.  Bu adı konulmamış  bir nüfus seyrelmesi yolculuğu, karşı sahile kaç ceset vuracak acaba…

Patlayacak silahların hedefleri kim olacak, edebiyat ve deneme metinleri çoktandır işaretlerini bulguluyordu.  Postkolonyalist edebiyat eleştirmenleri,  klasikleşmiş ustaların ötekiliğin tecessümü olduğu anlaşılan örtük kahramanlarını yeniden tanımaya çalıştılar.  Aklıma önce bir roman kahramanı, ardından bir yazar geliyor. Heathcliff ve (oğul) Dumas.

 II- Uğultulu Tepeler’in Heathcliff’i  19. Yüzyılın ikinci yarısında kötülüğün timsali  kara hayalet olarak adım attı edebiyat âlemine.  Postkolonyalist edebiyatta kara bir gölge, kindar ve acıması olmayan esmer Heathcliff, Britanya Başbakanı Brown’ın kendini benzetmeye çalıştığı karakter…  Heathcliff ile aynı zaman aralıklarında  (1924-1985) oğul Dumas,  babasının ataları soyunda yer alan Haitili bir kadından intikal eden koyu rengi nedeniyle okul yıllarında ve edebiyat ortamlarında küçümsemelere maruz kalır. Ne idüğü belirsiz yabancı İngiliz edebiyatı ve sinemasında  kurulu düzeni bozmaya hazırlanan terörist şahsiyetin arka planını hazırlar. 

“ Çingene gibi esmer” diye tasvir edilen çocuğun, Heathcliff’in  intikamı onu hor görerek acı çekmesine yol açan kişilere yöneliyor; Norveç yerlisi  Breivik  ise öz yurdunda parya olmaya dur deme gereğine bağlıyor kendi”gafil”  insanına dönük şiddetli öfkesini. Heathcliff’in kurbanları bir şekilde somut,  şahsi bir suçla ilgililer, Breivik ise katliamını gayrişahsi suçu yeniden tanımlamaya dönük unutulmayacak bir uyarı olarak tanımlıyor. Buna karşılık Heathcliff edebiyatta kötülüğü hatırlatan tip olmaya devam ediyor.

Irak, Filistin, Fas, Eritre, Somali, Afganistan, Pakistan, Myanmar ve Kongo… Göçmenin ve göçme ihtimali bulunanın yüzü zifiri kara, modern zamanlarda.  

Az mücadele verilmedi, az kan dökülmedi. Cellatlarına saygı duyduğu zaman kurbanlarından tiksiniyorum, diyordu ya Sartre… İşin acıklı yanı şu ki esmerliğin gösterdiği sadece Avrupa’da suç potansiyeli değil. Karabudun Türkiye’de, (üstelik Kuzey’den gelecek) beyaz tenli ve mavi gözlülerce eğitilerek medenileştirileceği umulan bir kitle, bunu sadece Abdullah Cevdet  ve  ardılları değil, İslami dünya görüşü zemininde yayınlanan gazetelerde kalem oynatan yazarlar da dile getiriyor. 

III- Postmodern Heathcliff imgesinden yayılan kötülük imgelerinin baş edilmezliği,  çingene gibi esmer kahramanı melek yüzlü yabancı olarak göstermenin yollarına düşürtüyor, sanat çevrelerini. Londra’da birkaç yıl önce Türk ve İngiliz sanatçıların ortaklaşa düzenlemiş olduğu bir serginin adıydı, ‘Melek Yüzlü Yabancı.  Farklı tarihlerde birbirlerinden bağımsız etkilerle üretilen sanat yapıtları arasındaki olası ilişkileri araştıran sergi bir yanda postmodern hayatın dışladığı yabancı kimlikler, diğer yanda kültürün içinde gizli yabancılaştırıcı efektler ve yaşamları konu ediniyordu... (İngiltere Sanat Konseyi’nin sponsor olduğu serginin Türkiye sponsoru ise Akbank Sanat'tı.) Göçmeni, kendi hazır maskemizi takıp da tanıma kolaycılığı yerine, ondaki meleği keşfetmeye sabrımız olsun, gibi bir temaydı öne çıkan bu sergide.

Sanat galerilerinin yabancısı,  yüzü korkutan kişi olmasın diye de, rastgele fırça darbeleriyle melekleştirilen biri. İyiliği ve doğruyu sanattan öğrenmeye dönük inanca giderek daha fazla vurguda bulunuyor düşünürler, hatta bazen sanatçılar;  siyaset bu alanda başarısız kaldığı için. Din (İslam) ise medeniyetleri çatıştıran sebep sayılmakla, sakatlanmış bir düzeyde var olsun isteniyor, ille de bir varlığa sahiplikte diretecekse.

Siyasetin yabancıya dönük nefreti çözümleyemediği yerde sanat, başıboş bırakılmış gibi görünen sorunu çözümlemek üzere devreye giriyor. Şu var ki konu alınan yabancı’ya yabancılık, sanatın  gücünü de zayıflatıyor. Sanatsal çabalara umut bağlamak  Breivik gazabının boy verdiği topraklarda fazlasıyla nahif kalıyor.  Dini sanattan, siyasetten kopartarak özel alana iliştiren uzun yolculuğun sonunda kuşkulu yürekleri  yabancının melek simasına inandırmak her zamankinden daha güç.