İçişleri Bakanlığı'nın organize ettiği çalıştay vesîlesiyle gündemin en ön sırasına yerleşen "Kürt açılımı" tartışmalarında doğrularla yanlışlar birbirine karışıyor ve iş yine içinden çıkılmaz bir hâle getiriliyor.
Şurası elhak doğru; "Kürt sorunu" Türkiye'nin en yakıcı, en kilit öneme sâhip, en temel siyâsî sorunu. Bu nitelikleriyle, târihî kökleri ve geleceğe dönük muhtemel etkileri birlikte değerlendirildiğinde, pek çok çağdaş toplumsal ve siyâsî sorun gibi, karmaşık. Bununla birlikte, sorunun karmaşıklığı, çözümsüzlüğü için bir gerekçe değil. Çözüm, soruna net kavramlara dayalı, önyargıların farkında olan, daha da önemlisi önyargıların yeniden üretilmesine neden olmayacak yaklaşımların geliştirilmesinden geçiyor.
Öncelikle, sorunun adı üzerinde anlaşmak gerekiyor. Türkiye siyasetine hâkim olan yaygın milliyetçi atmosferin ağırlığı, sorunun "Kürt sorunu" diye adlandırılmasını uzun bir süre engelleyebilmişti. Bugün bu engellemenin aşıldığını ve "Kürt sorunu" adlandırmasının artık çok geniş bir toplumsal kabûl gördüğünü söyleyebiliriz. Bu nokta önemli, zira sorunun doğru teşhisi, çözümün de en başta gelen şartıdır ve Türkiye, bu bakımdan olumlu bir yere gelmiş bulunmaktadır.
Evet, sorun "Kürt sorunu"dur ve ekonomik, kültürel ve siyasî boyutları bulunmaktadır. Bu boyutlardan bazılarını öne çıkararak sorunun adını değiştirmeye çalışmak da, dolayısıyla yanlıştır. Örneğin sorunu, "Güneydoğu'da devam eden feodal ilişkiler" gibi bir "bölgesel azgelişmişlik" sorunu veya bu azgelişmişliğin sonucu olarak kültürel "geri kalmışlık" bağlamında bir "coğrafî kalkınma" sorunu olarak görmek yanlıştır. "Sorun, bölgesel ekonomik kalkınmanın sağlanmasıyla çözülür" yanlışına yol açan bu hatalı teşhisle bağlantılı bir diğer yanlış da sorunu "terörizm"e indirgeme yanlışıdır. Kürt sorunu, bu boyutları da içermekle beraber, doğrudan Türkiye'deki Kürt varlığının kabûl edilmesine yönelik talepleri ifâde eden, bu doğrultuda Anayasa başta olmak üzere bir dizi hukukî ve idarî değişikliği gerektirdiği için de öncelikle siyasî nitelik taşıyan bir sorun niteliğindedir.
Dolayısıyla, sorunun doğru adı "Kürt sorunu" ise, çözüm için yapılacak değişiklikler de, elbette "Kürt açılımı" diye adlandırılacaktır. Bununla birlikte, bu defa da hükûmetin öncülük ettiği "açılım"ın "Kürt açılımı" diye nitelendirilmesi üzerinde kamuoyunda bir tartışma yaşanmaktadır. Hükûmetin öncülük ettiği çözüm girişiminin "Kürt açılımı" olarak değil de "demokratik açılım" diye adlandırılması gerektiğini ileri sürenler, herhâlde Kürt sorununun çözümünün ülke siyâsetinin genel demokratikleşmesinden geçtiğini anlatmak istemektedirler. Bununla birlikte, çözümün adlandırılmasına yönelik bu yaklaşım iki noktada yanlış yorumlara neden olmaktadır. Bu yanlışlardan ilki, en uç noktası "Türkiye'de bir Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır" yaklaşımının güçlenebileceği bir siyâset zeminine katkıda bulunmasıdır. İkinci yanlış ise, "demokratik açılım" veya "demokrasi açılımı" tâbiriyle, demokrasinin Kürt sorununu çözeceğinin ifâde edildiğinin zannedilmesidir.
Nitekim kamuoyunda bazı görüş sâhipleri, demokrasiye Kürt sorununu çözecek sihirli bir değnek rolü atfedildiğini ileri sürmekte ve bu "safdilce" yaklaşımı eleştirmektedirler. Böylece, bir zamanlar sorunun adı üzerindeki tartışmalarda yaşandığı gibi, şimdi de çözümün adı ve dolayısıyla niteliği üzerinde de benzer bir tartışma yapılmaya çalışılmakta, böylece çözümün düşünülmesi ve uygulanması üzerinde kamuoyu nezdinde fikrî engeller oluşturulmaktadır. Oysa hâl, böyle değildir. Türkiye'de evrensel standartlara uygun bir demokrasinin tam olarak tesis edilmesi, Kürt sorununun çözümü için bir usûlî önşarttır. Bu önşartın gerçekleşmesi, Kürt sorununun çözümünü kendiliğinden ortaya çıkarmayacak ama çözümü mümkün hâle getirecektir. Kısacası, demokrasi Kürt sorununun çözümü için gereklidir, ama yeterli değildir.
"Kürt sorunu"nun içeriğine baktığımızda da, sorunun demokrasi ile olan bağını görebilmekteyiz. Sorunun çözümünü demokrasinin gelişmesine bağlayanları eleştiren görüş sâhiplerinin de belirttiği üzere, Kürt sorununun en uç noktasında, bugün artık pek dile getirilmeyen, "ayrılıkçılık" yatmaktadır. Türkiye topraklarının bir bölümünde bağımsız bir Kürt devleti kurulması talebini içeren ayrılıkçılığın yanında, merhum Özal'ın da bir dönem tartışılabilir bulduğu "federasyon" talebi ve nihayet mevcut üniter devlet yapısı içinde kalmak kaydıyla Kürt kimliğinin ve varlığının anayasal ve diğer hukukî-idari düzeylerde kabûlüne yönelik talepler gelmektedir. Bu son talepler arasında, Anayasa'da Türk ve Kürt halklarının Türkiye Devleti'nin kurucusu olduğunun açıkça belirtilmesinden vatandaşlık tanımının değiştirilmesine, Kürtçenin ikinci (bölgesel) resmî dil olarak kabûlünden Kürtçe anadilde eğitim hakkının tanınmasına, yerel yönetimde özerklik taleplerine uzanan bir sıralama yapılabilir. Bu taleplerden bazılarının (ayrılıkçılık ve federasyon gibi) şu an için gündemde olmamaları, Kürt sorununun tartışılma bağlamı içinde hiç yer almayacakları anlamına gelmez.
İKTİDAR HER ÜLKEDE, MUHALEFET SADECE DEMOKRASİLERDE
Bu geniş talep yelpazesini ve bunların ekonomik-toplumsal-kültürel bağlamlarını içeren bir karmaşık bütün olarak "Kürt sorunu", tüm yönleriyle ancak demokratik bir kamusal müzakere süreci ile çözülebilecektir. Bu sürecin temel özellikleri ise, (1) müzakereye katılacak herkesin eşit olması ve birbirlerini eşit kabûl etmeleri; (2) müzakere konusu hususlarda bütün bilgi (enformasyon) kaynaklarının herkese açık olması; (3) müzakere sürecinde hiçbir tabu veya yasak bulunmaması biçiminde özetlenebilir. Şimdi soralım: Türkiye'de Kürt sorununun tartışılması sürecinde bu üç özelliği tavizsiz biçimde içeren bir demokratik müzakere yapma imkânı var mıdır? "Kürt açılımı", öncelikle böyle bir demokratik müzakere sürecinin önünü açmalıdır. Bunun için, Türkiye demokrasisinin başta ifâde ve örgütlenme özgürlükleri olmak üzere, temel haklar ve hürriyetler konusunda evrensel standartlara kavuşması şarttır.
Bu şart ise, demokrasi ile insan hakları arasındaki zorunlu bağlantıyı ortaya koymaktadır. Çok açık bir örnek, DTP hakkında devam etmekte olan kapatma davasıdır. Ne zaman karara bağlanacağı belli olmayan bu davanın hukukî dayanaklarının evrensel insan hakları standartlarına uygun olmadığı defalarca AİHM tarafından belirtilmiştir. Buna rağmen gereken Anayasa ve kanun değişiklikleri yapılmadığı için, bu dava, "Kürt açılımı" diye yola çıkan hükûmetin desteklenmesi gereken girişimlerini berhava edebilecek –teşbihte hatâ olmaz- bir "saatli bomba" misali durmaktadır.
Temel hukuk reformları yapılmadan gerçekleşmesi, devlet yetkisi kullanma mevkiindeki kişilerin ve grupların "kaprisleri"ne ve bu anlamda belirsizliğe terk edilmiş süreçler, Kürt sorununa kalıcı bir çözüm getirmeyecektir. Bu nedenle, "Kürt açılımı", öncelikle Türkiye demokrasisinin standartlarını evrensel standartlar düzeyine yükseltecek bir yönde gelişmelidir. Bu gelişmenin sâdece hükûmet ve dolayısıyla AK Parti tarafından gerçekleştirilebilmesi mümkün değildir. Mevcut siyâsî iktidarı bu reformlara zorlayacak bir "muhalefet"e de ihtiyaç vardır. Üzülerek müşahede edilmektedir ki Türkiye siyasetinde muhalefet, ya demokrasinin çağdaş "çokkültürlü" ve "ulus-ötesi" niteliğinin çok gerisinde bir "tekkültürlü ulus-devlet" düzenini muhafaza etmeye ya da sorunun teşhisinden çözümün düşünülmesine kadar her boyutta hamasi bir "vatana ihanet" terminolojisi kullanmaya yönelmektedir. "İktidar her devlette vardır, ama muhalefet sadece demokratik devletlerde olabilmektedir" mealindeki özlü söz genel bir doğrudur. Türkiye'de ise âcilen daha çok demokrasi ve insan hakları talep eden bir muhalefete ihtiyaç bulunmaktadır.
PROF.DR. LEVENT KÖKER
Kaynak: Zaman