Taksim'de o zamanların İstanbul'unun en yüksek binası olan otelin alt katında açılan kitap fuarı her anlamda yeniydi. Birçok farklı yayınevinin bir arada bulunduğu fuar adeta Türkiye'deki yayın hayatının özeti gibiydi. Siyasal ortamın kurşun gibi ağır olduğu dönemlerde bu kadar çok yayınevini bir arada görmek kitapseverler için farklı bir pencerenin açılması gibiydi.

Yine de tek seslilik hakimdi. Fuar adeta renk körüydü. Belli çizgideki yayıncıların dışındaki genel anlamda sağ, muhafazakar, 'dini-milli yayınlar' çok az temsil ediliyordu. Kültür hayatı kadar yayın hayatına da sol, daha genel anlamda batıcı entelijansiyanın hakim olduğu iddiasının pratiğe geçmiş hali gibi... Bir tür gövde gösterisi...

Beyaz Saray yayıncılığından yeni yeni kurtulmaya başlayan dini yahut 'İslami neşriyat' Cağaloğlu'na doğru henüz çıkmıştı; dipten gelen yayıncılık denemeleri henüz başlamıştı belki de. Sonuçta geleneksel-dini neşriyat türünde yayın yapanlar pek bulunmazdı o fuarda. Bu temsil eksikliği fuarı düzenleyen çevrenin İslami ve İslamcı çevrelere bakışıyla alakalıydı ve kültürel hegemonya yayın hayatının nasıl şekillenmesi gerektiğini, piyasayı belirlemek istiyordu.

Daha sonraki yıllarda bu görüntü hızla değişecek olsa da kültür piyasasının, Türkiye genelinin kültür ortamını belirleme, renk verme, nabzını tutma kapasitesine erişemeyecektir. Özellikle 80'li yıllarda yaşanan arayış ve okumayla birlikte ortaya çıkan müthiş enerji ile canlı tartışmalar kitap yayıncılığının da zenginleşmesini sağlamıştı. Bu hareketlilik sadece İslami/İslamcı kesimlerin değil özellikle ihtilal sonrası doğrularını yeniden gözden geçirmeye, görmezden geldiği bu toprağın birikimini keşfetmeye çalışan sol kesimin de ilgisini çekecekti.

İlk fuarlardan hafızamda kalan imgeler ne kitaplar ne de yayınevlerine dair, sadece kitap imzalayan yazarlara var. Pek çoğunu ilk kez gördüğüm isimler harıl harıl kitap imzalıyordu. Tip olarak hafızamda iz bırakan iki isim Uğur Mumcu ile Aziz Nesin. Yazarların önünde oluşan uzun kuyruklarda huşu içinde satın aldığı kitabı yazara imzalatmak için bekleyen okuyucu, çoğu kez yazarın başını bile kaldırmadan gerçekleştirdiği birkaç kelimelik kısa diyalog ve okuyucunun yüzünde tebessümle biten son kalem hareketleri... Hayatının en büyük ödülünü alıp uzaklaşan, yazarın belki de hiç hatırlamayacağı ismini anarak attığı imzasıyla evine mutlu dönen insanlar...

Yine Taksim'de otelin alt katında düzenlenen bir kitap fuarı... Dini yayın yapan yayınevinin önünde uzun kuyruk oluşmuş, otelin dışına taşmıştı neredeyse. Fransız Komünist Partisi'nin önemli isimlerinden Roger Garaudy ilk kez Türkiye'ye gelmişti ve kitaplarını imzalayacaktı. İslam'ı kabul eden Batılıların hayli itibarlı olduğu dönemler... Hele Marksist birinin Müslüman olması, dönemin ideolojik atmosferinde hayli önemli sayılıyordu. Muhafazakar, İslamcı kesimler büyük ilgi duyuyordu. Dünyaya kapalı bir ülkenin nispeten daha kapalı kitlesi için Batılı hem de Marksist bir ideologun Müslüman olması çok önemsenecek bir durumdu.

Üstelik yazarın adına imza günü düzenlendiği, yazar-okuyucu ilişkisinin modern formuna insanlar çabucak adapte olmuş, kitap imzalatmak için tuhaf bir kuyruk oluşmuştu. Acaba İslam hakkında ne düşünüyordu? Neden İslam'ı seçmişti? Müslümanların sorunlarının çözümü için neler öneriyordu? Bunun gibi kendi kendilerine sormaktan kaçındıkları, hesaplaşamadıkları soruların cevaplarını yeni Müslüman olmuş bir Batılıdan bekleyen tuhaf bir merakın eseri olduğunu da hissetmekteydim bu insan kalabalığının. En azından kitap imzalama üzerinden kurulan okuyucu-yazar ilişkisinin nasıl bir piyasa mantığıyla sistematize edildiğinin kimse ne farkındaydı ne de sorgulayacak durumu vardı.

Sonunda Garaudy gelmiş, masaya oturmuş, meraklı okuyucular ellerinde kitapları ile huşu içinde sıraya girip kitaplarını imzalatmaya başlamıştılar. Uzaktan şöyle bir göz atıp salonu terk ettim.

Kendimi bildim bileli kitap imzalatmayı tuhaf bulmuşumdur.

Yazarla okuyucu arasına kategorik bir mesafe sokan durum, bu ikiliyi buluşturmaktan çok aradaki farkı belirleyen, sınırı katılaştıran bir işleve dönüşür. Ne var ki bu durum anlık da olsa ulaşabildiği ama gerçek hayatta ulaşılmaz bir ikon haline getirdiği yazarla arasındaki mesafeyi peşinen kabul etmesini sağladığı pek fark edilmez bile.

İmza günlerine, beyaz saraydan çıkan yayıncılar da alışmaya başlayacaktır. Yayınevlerinin birer kültür ortamı, entellektüel oluşumların nerdeyse tek mekanı olduğu günlerde muhafazakar yazarlara dar çevrelerden geniş okuyucu kitlesine buluşmasına imkan verecekti.

Cahit Zarifoğlu henüz taşındığı İstanbul'da TRT radyosundaki işinden arta kalan zamanlarında Akabe yayınlarını canlandırmaya çalışıyordu. Bu ara dönemde yayınevinde çalışmaya başlamıştım. Haftada birkaç gün Harbiye'ye uğrar yayınevinin işleyişini konuşup ona göre akışı düzenliyordum. İşte o dönem fuarlardan birinde Cahit Zarifoğlu için imza günü düzenlendi. Sanırım katıldığı ilk imza günüydü ve ben o gün de gidememiştim. Daha sonra anlattığına göre, ilk başlarda beş-on genç gelmiş, onlarla gerçekten tanışıp ki isimlerini bile hatırlıyordu kitaplarını da imzalamıştı. Fakat yüzlerce kişi değildi sırada bekleyen. Sıra hızla bitmiş daha sonra neredeyse kimse de gelmemişti. Kendi anlatımıyla, 'bu kadar tenha olacağını bilseydim, o gençlerle akşama kadar sohbet ederdim.'

Kitap imzalaması üzerinden kurulan ilişki biçimi en fazla yayıncının, dolayısıyla yazarın da işine gelmektedir. Üretilmiş bir imge olarak yazarın okuyucuyu muhatap almasının piyasa şartlarında karşılığının olduğunda kuşku yok. Sadece bu açıdan bakılacak olursa, yazarın kendisine sunulan ayrıcalıklı konuma saklanarak piyasanın parçası haline gelmeyi kabul eden nesne konuma düşüğü sonucu bile çıkarılabilir.

Oysa modern dünyada yazarla okuyucunun yüz yüze buluşmasını sağlayan nadir anlardan biridir. Hoşlanmasam da, bu türden yazar-okur buluşmalarında, hayranlar yazar imgesi üzerinden kurduğu ilişkiyi gerçekleştirmek için geliyor olsa da, derinlikli ilişkilerin de kurulduğu da bir gerçek

Her ne kadar bu durum, yani yazarın okuyucu karşısındaki farklı konumu, geleneksel alim-talip ilişkisini hatırlatıyor olsa da hem ilişkinin mahiyeti hem de yazar ve okuyucuya yüklenen anlam çok farklı. İslam toplumlarının bu anlamda sınıflı bir toplum olduğu genelde görmezden gelinir. Bilenle bilmeyenin eşit olmadığı; bilgiye, erdeme dayalı bir farktır. DEVAMI>>>