İleride, yıllarca sonra, genç kuşaklar bu ziyareti sıradan bir olay olarak görür de değer vermezlerse, bu ziyaretin çok önemli ve yararlı olduğu sonucunu çıkarabileceğiz.  
 
İki komşu ülke yöneticisinin ancak yarım yüzyıl sonra Ankara'da bir araya gelebilmesi ve Avrupa'da en alışılmış bir olay olan bu tür bir komşu ziyaretinin içeriği değil de simgesel anlamının böylesine tartışılması rastlantısal değildir. Gözler ve kulaklar nelere dikkat etmedi ki! Takılan kravatın renkleri, ötekinin dilinde bir iki kelimenin kullanılması, Anıtkabir'de yazılanlar, hitap, kaçınılan sözler, komşu ülkede karşılıklı keşfedilen (önyargılı tezlerimizin can simidi) marjinal faşistlerin aşırılıkları ve lafları... Neden bunlara böylesine dikkat edildi? Çünkü en başta tarafların karşılıklı oturup konuşabilmeleri gerekiyordu ve hâlâ bu ortamın sağlanmasından emin değildik. Dikkatimiz bu yöne kaydı ister istemez. İleride uyumlu ortam sağlandığında, seyirciler de simeolojiye değil içeriğe önem verecektir. İleride, yıllarca sonra, genç kuşaklar, ve bu tür ziyaretler rutin oldukça, bu mutlu olgunluğa varacaktır herhalde. Ziyaretin en olumlu yanı işte bu alandadır. Normal bir temasın olanaklı olduğunu göstermiştir. Bunu büyük bir olay, tarihî bir dönüşüm, yeni çığır olarak değil de, ilişkilerin normalleşmesi yönünde bir adım olarak görmeye başladığımızda bizim de bu gidişte bir katkımız olacak. Normal ve sıradan olanı normal ve sıradan görmeye başlamamız gerekiyor. Aksi durumda anormal olanı yeniden üretiriz. Yararı uzun sürede belli olacak bu ziyarette şaşacak bir şey görmememiz sağlıklı bir işarettir. Zamanla bu tür olaylar bizi sarsmayacak, ne gereksiz sevindirecek ne de gereksiz kuşkulara ve sıkıntılara sokacaktır.

Bu ziyaret iki ülkede 'somut sonuçlar doğurmadı' yorumu açısından benzerlik, duygusal açıdan farklılıklar sergiledi. Beklentiler her iki ülkede de zaten sınırlıydı. Kamuyu ilgilendiren başka konular gündemdeydi ve 1999'da sağlanan 'moratoryum'un güvenli havası karşılıklı olarak yeterli görülüyordu şimdilik. Ama Türk basını ziyarete Yunan basınından farklı bir anlam verdi. Bu fark bana yıllarca önce toplumuna dikkatle bakan bir dostumun dediklerini anımsattı. Türk toplumu bir arada oturmaya, birlikte bir çay içmeye, sohbet için zaman ayırmaya daha Batı'daki dünya insanlarına kıyasla biraz farklı bir anlam ve önem verir. Sosyalleşmenin, hatta barışın, dostluğun, uyumun simgesidir bir ziyaret. 'İş yemeği' değil, paylaşılan 'ortak bir yemek' vardır ve bu yemek kendi başına iyi niyetin simgesidir. 'Bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırı vardır' lafının Yunanca karşıtı yoktur (oysa 1500 tane başka deyim ve atasözü ortaktır). Türk toplumu en sonda ilan edilen resmi bildiriye değil, simgesel davranışlara önem verir. (Türban derdi de bundan mıdır acaba?) Yunan tarafı 'elde edilenleri' anlamaya çalıştı.

İkinci önemli fark, ve bu yorumların satır aralarında hep sezilir, iki ülke halkının geçmişin algılaması alanındadır. Osmanlı mirasına sahip çıkan Türkler, ikili ilişkilerin geçmişinin 'barış içinde birlikte olmak' olarak, karşı taraf ise 'dört yüz yıllık esaret' olarak algılar. Bu milli yorumlara empati yokluğu da eklenince ziyaretin simgesel anlamı kaçınılmaz olarak daha bir önem kazandı. Ayrıca aynı olaya ülkenin biri 'Doğu' ile, ötekisi 'Batı' ile bir ilişki olarak algıladı. Yorumcular da tercihlerine ve geleceğe dönük beklentilerine göre dile getirdiler olumlu ya da olumsuz tepkilerini.

Mahalle baskısı her zaman kötü değilmiş

İki başbakanın baş başa ne konuştuklarını bilmiyoruz. Ama bilinen, genellikle sorunların nasıl ele alınacağı, karşı tarafın her tezine nasıl tepki verileceği 'uzmanlarca' önceden kararlaştırıldığıdır. Ve bu süreçte gelenek ve âdetler değil, uzmanların bilgi birikiminin rol oynadığı söylenir. Ama bu söylenen eksiktir. Aslında uzmanların bilgi birikimi yanı sıra, duyguları, önyargıları, kaygı ve fobileri de çok önemli rol oynar. Ve geleneksel dış politika yeniden üretilir. Bu ağır basan 'kaynağı' aşmak her faninin kolayca yapacağı bir şey değildir. Yorumcular da farkında olmadan, her iki yanda, ve hele birbirinin ayna karşıtı olduklarını akıllarının ucuna bile getirmeden, aynı yolu izlerler. Basın toplantısında söylenenlere dayanarak, üç temel konuda tarafların temel görüşlerinin pek değişmediklerini görüyoruz. Ege'nin bir barış denizi olması gerektiği her iki tarafça vurgulandı. Ama bu denizin civarında yaşanan anlaşmazlıkların çözümü söz konusu olunca Karamanlis Adalet Divanı'ndan, uluslararası hukuktan ve sözleşmelerden söz etti, R. T. Erdoğan ise iki tarafın Dışişleri uzmanlarının son zamanlarda 37 tane toplantı yaptığını söyledi. Yani çözüm birine göre uluslararası alanda, ötekine göre ikili görüşmelerde yatmaktadır. Anlaşılan, on yıllarca soruna nasıl yaklaşılması konusunda görülen anlaşmazlık aynen devam ediyor.

Azınlıklar konusunda da buna benzer kemikleşmiş bir yaklaşım görüyoruz. Yunan tarafı sorunların AB ilkeleri ışığında çözülmesi gerektiğini vurgularken, Türk tarafı 'bu konuda Dışişleri uzmanlarımız görüşmeler yapmaktadır' demiştir. Yani azınlıklar İçişleri'nin bile ilgi alanını oluşturmayacak, ötekileştirilmiş olan bu yurttaşlar 'dış ilişkiler' kapsamında ele alınacaktır. Azınlık üyeleri bu tutumdan daha uzun süre 'rehine' rollerini sürdürecekleri sonucunu da çıkarmışlardır herhalde. İnsan hakları sorunları 'karşılıklılık' çerçevesinde ele alınacak, pazarlık konusu olacaktır demektir. Bu alanda R.T. Erdoğan'ın önemli bir adım atarak 'ekümeniklik sıfatı Ortodoks Hıristiyan dünyanın iç sorunudur' dediğini duyuyoruz. Bu konuşmalarda belki yeni olan bir tek buydu. Azınlıkların öteki konuları ise taraflarca 'incelenmektedir'.

Kıbrıs konusunda da farklı görüş hemen belli olmuştur. Karamanlis soyut bir 'birlikten' ve haklı ve kalıcı bir çözümden söz ederken, R.T. Erdoğan, Annan Planı'nı, Türk tarafının bu plana karşı olumlu tutumunu hatırlatmış ve iyi niyetini gösterme sırasının öte tarafta olduğunu söylemiştir. Çözüm dilekleri de tekrarlandı. Yani taraflar bildik sorunlar konusunda görüşlerinde elle tutulur gözle görülür bir değişikliği dile getirmediler. Ziyaretin sonunda somut bir iyileşmeyi sağladığını söylemek aceleci bir davranış olur. Olumlu olan, tarafların artık soğukkanlı konuşabildikleri, ve yanılmıyorsam artık karşı tarafın ne dediğine biraz da kulak vermeye başlamalarıdır. Olumlu gelişmelerin dinamiği ise ne kişilerden ne de yürürlükteki politikanın felsefesinden kaynaklanmaktadır. Uluslararası konjonktür eski hırçın tutumu geçersiz kılmaktadır. Yani bir tür mahalle baskısı (yani dünya baskısı) insanların kendilerine biraz çekidüzen vermelerine neden olmaktadır. Mahalle baskısının her zaman kötü olduğunu zaten ben hiçbir zaman söylemedim!
 
Kaynak: Zaman