Tam adıyla "The London School of Economics and Political Science / Londra İktisat ve Siyaset Bilimi Okulu" ya da kısa adıyla LSE, Oxford ve Cambridge ile birlikte Britanya'nın en ünlü üniversitelerinden biri.
Sosyal bilimlerin bütün dallarında, bütün ülkeler üzerine öğretim ve araştırma yapılan LSE, dünyanın önde gelen akademik kuruluşlarından biri olduğu gibi, en uluslararası üniversite olma niteliğine de sahip. Adeta globalleşmenin akademik merkezi. 9 binden fazla öğrencisinin dörtte biri Birleşik Krallık'tan, beşte biri öteki AB üyelerinden, geri kalanı 150 farklı ülkeden geliyor. LSE her yıl çoğu lisansüstü öğrenim görmek üzere 60 dolayında Türkiyeli öğrenci kabul ediyor.
LSE nihayet bu yıl bir "Çağdaş Türkiye Araştırmaları Kürsüsü"ne sahip oldu. Türkiye hükümeti, Merkez Bankası, TOBB, Akfen Holding ve Doğan Vakfı'nın mali katkılarıyla kurulan kürsünün başkanlığını, seçkin iktisat tarihçimiz Prof. Dr. Şevket Pamuk yapıyor. Kürsü, Türkiye üzerine dersler yanı sıra konferanslar ve seminerler düzenliyor. Geçen hafta başında, ben de bir seminerde "Türkiye'de Demokrasinin İki Yüzü" konulu bir konuşma yaptım. Bu konuşmada Türkiye siyasetinin temel sorunu üzerinde durdum: Onbeş serbest seçim yapmış görece eski bir demokrasi olan, piyasa demokrasilerinin hemen bütün uluslararası kuruluşlarına üye bulunan ve AB'yle katılım müzakereleri yürüten Türkiye'de hâlâ demokratik düzenin bütün kurum ve kurallarıyla yerleştiğini söyleyemiyoruz. Neden?
Seminere Türkler dışından da gösterilen ilgi, yöneltilen soruların çokluğu ve niteliği beni sevindirdi. Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün 10 Kasım'da Brüksel'de dile getirdiği, "Ermeni tehciri ve Yunanistan ile nüfus mübadelesi olmasaydı milli devlet olmazdı" şeklinde özetlenebilecek beyanına ne anlam verdiğim de soruldu. Kısaca şunları söyledim:
Osmanlı devletinin son döneminde, çöküşün nasıl bir millet anlayışı ve kimlik politikası ile önlenebileceğine dair esas olarak üç fikir yarışıyordu: 1) Dinine, diline bakılmaksızın eşit hak ve sorumluluklara sahip yurttaşlardan oluşan "Osmanlı milleti". 2) Din birliğine dayalı "İslam milleti." 3) Dil ve kültür birliğine dayanan "Türk milleti." Balkanlar'daki gayrimüslim tebanın büyük bölümünün milliyetçi akımların öncülüğünde imparatorluktan kopmasından sonra rekabet son iki anlayış arasında cereyan etti. Uzunca bir süre "İslam milleti" anlayışı hakim oldu. Denebilir ki, gerek 1915-16'daki Ermeni tehciri, gerekse 1923'te Yunanistan ile yapılan zorunlu nüfus mübadelesi "İslam milleti" anlayışının uygulamalarıydı.
"Milli Mücadele" de, Cumhuriyet'in kuruluşu da "İslam milleti" anlayışıyla yürütüldü. Osmanlı anayasasına göre devletin resmi bir dini bulunmuyordu, ama 1928'e kadar Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi dini İslam'dı. Ancak 1930'lardan itibaren (Avrupa'dan esen rüzgârların da etkisiyle bazen etnik-ırkçı tonlar da kazanan) dil-kültür temelli "Türk milleti" anlayışı giderek yerleşti ve 21. yüzyıla kadar da hakimiyetini sürdürdü. (12 Eylül askerî rejimi "Türk-İslam Sentezi"ne meyletti.)
Ne var ki, Osmanlı'daki "İslam milleti"nin bir parçası olan Kürtlerin asimilasyona (kültürel erimeye) karşı daha 1920'lerde başlayan itirazları giderek büyüdü. Bazen etnik-ırkçı tonlar da kazanan dil-kültür temelli millet anlayışı, 1980'lerden itibaren ülkenin bütünlüğünü tehdit eder hale geldi. AB'ye katılım süreciyle birlikte Türkiye dil-kültür temelli millet anlayışından, dinsel ve etnik kimliklerini özgürce yaşayabilen, haklarda ve sorumluluklarda eşit yurttaşlardan oluşan, yurttaşlığa dayalı bir millet anlayışına geçişin sancılarını yaşıyor.
Savunma Bakanı'nın sadece Osmanlı Ermenilerine ve Rumlarına değil, Türklere ve Müslümanlara da büyük acılar yaşatmış olan bir millet anlayışına bağlı kalmış olması çok hazin. Sevindirici olan tek şey bakanın yol açtığı tartışmalarda destek görmediği gibi, yanlış anlaşıldım demek zorunluluğunu duyması.
Kaynak: Zaman