Beş yıllık işgalin ardından, Irak bir ülke olarak yerle bir edilmiş durumda. Bağdat bugün, yüksek beton duvarlarla bölünmüş Sünni ve Şii gettolarından menkul. ABD ölüm oranlarının düşmesiyle övünüyor ama bunun kısmi nedeni, korkunç bir etnik temizlik sürecinin tamamlanmış olması
Geçen hafta konuştuğum sıkı bir Saddam Hüseyin muhalifi, Irak Başbakanı Nuri el Maliki'nin kısa süreli başkent turu sırasında Bağdat merkezinin bir kısmını kapatan kırmızı bereli Iraklı askerleri seyrederken, "Saddam dönemindeki Irak'ı hatırlatıyor' diye söyleniyordu.
Irak işgalinin üzerinden beş yıl geçti ve ABD'yle Irak yönetimleri ülkenin giderek daha az tehlikeli bir yer haline geldiği iddiasında, fakat Maliki'yi korumak için alınan önlemler kazın ayağının öyle olmadığını gösteriyordu. Silahlarını sağa sola doğrultan askerler önce sokaklardaki bütün trafiği temizledi. Ardından dört siyah zırhlı araç, ki her birinin tepesine üç tane makineli tüfek yerleştirilmişti, Yeşil Bölge'nin kale gibi tahkim edilmiş kapısından hızla çıktı; onları haki renkte Amerikan Humvee'leri ve başka zırhlı araçlar takip etti. En nihayetinde, hızla ilerleyen konvoyun ortasında, siyah camlı, kurşun geçirmez ve birbirinin aynısı altı araç gördük, Maliki onlardan birinin içindeydi herhalde.
Bağdat'ta karışık mahalle kalmadı
Hiç de aşırı önlemler değil bunlar, zira Bağdat hâlâ dünyanın en tehlikeli kenti. Başbakan sadece mensubu olduğu Davet Partisi'nin olsa olsa 800 metre uzağındaki merkezine gitmekteydi, fakat yüzlerce güvenlik elemanı sanki düşman toprak-larına adım atıyormuş gibi davranıyordu.
Beş yıllık işgal Irak'ı bir ülke olarak yerle bir etti. Bağdat bugün, yüksek beton duvarlarla bölünmüş düşman Sünni ve Şii gettolardan menkul bir yer. Hatta farklı semtlerin farklı ulusal bayrakları var. Sünni bölgeler Baas partisinin üç yıldızını taşıyan eski Irak bayrağını kullanıyor; Şiilerse, Şii-Kürt hükümetinin kabul ettiği yeni versiyonu dalgalandırıyor. Kürtlerin zaten kendi bayrağı var.
Irak hükümeti normal hayatın geri gelmekte olduğu izlenimi vermeye çalışıyor. Iraklı gazetecilere süregiden şiddetten söz etmemeleri söyleniyor. Otelimin yakınlarındaki Karada semtinde patlayan bir bomba 70 insanı öldürdü-ğünde, polis enkazın görüntülerini almak isteyen bir televizyon kameramanını döverek uzaklaştırdı söz gelimi.
Sivil can kayıpları Kasım 2006'da günde 65 kişiyken Ağustos 2007'de günde 26 kişiye düştü. Fakat ölüm oranlarının düşmesinin kısmi nedeni, korkunç bir etnik temizlik sürecinin tamamlanmış ve Bağdat'ın büyük bölümünde artık karışık semtlerin kalmamış olması.
Irak savaşının, diğer savaşlardan önemli bir farkı da ülke dışında pek anlaşılmaması. Bizzat Iraklılar bile çoğunlukla ne olup bittiğini anlamıyor, zira sadece kendi topluluklarından (Şii, Sünni veya Kürt) haberdarlar, diğer toplulukların ne yaşadığı konusunda pek az bilgileri var. Başkan George W. Bush Saddam Hüseyin'i devirmeye karar verdiği andan itibaren, bunun babasının 1991'deki savaşından çok farklı olacağı açıkça görülmeliydi. 1991'deki, Kuveyt'teki statükoyu yeniden tesis etmek için girişilen geleneksel bir savaştı.
2003'teki savaşın radikal sonuçları olması kaçınılmazdı. Saddam Hüseyin devrilip seçimler düzenlendiği takdirde bu, yüzde 20'lik Sünni azınlığın hâkimiyetinin yerini Kürtlerle ittifak halindeki Şiilerin hâkimiyetinin alması anlamına gelecekti. Seçimi İran'la bağlantılı dini Şii partileri kazanacaktı, 2005'te yapılan iki seçimde öyle de oldu. Amerika'nın Irak'taki sorunlarının birçoğu, Washington'ın, Saddam Hüseyin'in devrilmesiyle oluşan iktidar boşluğunun İran ve Mukteda Sadr gibi Şii liderlerce doldurulmasını önleme çabasından kaynaklandı.
ABD ve müttefikleri 19 Mart 2003'te başlayan ve kendi zaferleriyle sonuçlanan savaşı hiçbir zaman anlamadılar aslında. Orduları Bağdat'a kolayca ulaştı, zira Irak ordusu savaşmadı. Yüksek maaşlı, iyi teçhizatlı ve Saddam'la aşiret bağları olan o meşhur Cumhuriyet Muhafızları bile evlerine gitti. Televizyonların ve çoğu gazetenin savaşa dair verdiği haberler son derece yanıltıcıydı, zira geniş çaplı çatışmalar yaşandığı izlenimini veriyordu, halbuki ortada çatışma falan yoktu. Kuzeydeki iki kente, Musul ve Kerkük'e, ele geçirildikleri gün girdim; tek bir kurşun bile atılmadı. Bağdat'a giden yollar üzerindeki sıra sıra yanmış tanklar ağır çatışmalar yaşandığı görüntüsü veriyordu, fakat neredeyse tümü, vurulmadan önce mürettebatları tarafından terk edilmişti.
Irak halkını ilkel sandılar
Savaş çok kolaydı. Bilinçli olarak veya olmayarak Amerikalılar, Iraklıların ne söylediğinin ya da yaptığının önem taşımadığı gibi bir inanca kapıldı. Iraklılardan 1945'te Almanların veya Japonların davrandığı gibi davranmaları beklendi, halbuki Iraklıların büyük çoğunluğu mağlup olduğunu düşünmüyordu. Sonradan Irak ordusunun lağvedilmesiyle yapılan kritik hatadan kimin sorumlu olduğuna dair ateşli tartışmalar alıp yürüyecekti. Fakat o günlerde Amerikalılar abartılı emperyalist kibir sergiledikleri bir ruh hali içindeydi ve ister ordu içinde ister dışında olsun, Iraklıların ne yaptığı umurlarında değildi. Muhalefet lideri Ahmed Çelebi şu acı sözleri sarf edecekti: "Bizim ilkel yerliler olduğumuzu düşündüler. Hiçbir önemimiz yoktu onlar için."
Bağdat'ın düşüşünü takip eden o ilk aylarda Amerikalı muzafferlerin, tam anlamıyla 19. asırda Hindistan'da güçlerinin doruğunda olan Britanyalılar gibi davrandığına tanık olmak olağanüstü ve bazen de eğlenceli bir tecrübeydi. Raca'nın hayaleti hortlamıştı. Bağdat borsasında komisyonculuk yapan bir arkadaşım bana, ailesi Cumhuriyetçi Parti'nin bağışçıları arasında bulunan 24 yaşındaki bir Amerikalının nasıl borsanın başına getirildiğini anlatıyordu. Bu genç, kendisine büyük rahatsızlıkla bakan brokerlara (bu insanların çoğu birkaç dil konuşuyordu ve üniversitelerde yüksek lisans yapmıştı) demokrasinin faziletlerinden söz edip durmuştu.
O dönemde oluşan daha da yanlış bir kanı, Iraklıların büyük çoğunluğunun Saddam Hüseyin'den kurtulduğu için mutlu olduğu yönündeydi. Saddam acımasız ve yetersizliğiyle felaketlere yol açmış bir liderdi, ülkesini yerle bir etmişti. Kürtlerin ve Şiilerin hepsi onun gitmesini istiyordu. Fakat bunun ardından şu ilave edilmiyordu: Iraklılar, hangi kökenden olursa olsun yabancı bir güç tarafından işgal edilmek istemiyordu.
Blair yine haksız çıktı...
Bunun ardından Başkan Bush ve eski Britanya başbakanı Tony Blair, Baas rejimini devirmenin işgali zorunlu kıldığı ayaklarına yattılar, fakat öyle değildi. İşgal yönetimindeki arkadaşlarım bana, "Irak'ı terk edersek anarşi gelir" nakaratını tekrarlayıp duruyordu. Kaldılar, fakat anarşi herhalükârda geldi.
İşgalin ilk yıllarında rüzgarın nereden estiğini söylemek kolaydı. Bağdat'ta Amerikalı bir asker öldürüldüğünde veya yaralandığında hemen oraya giderdim. Bir Humvee'nin duman tüten enkazı veya yoldaki koyu renk bir kan izinin yanında durup sevinç gösterileri yapan bir kalabalık olurdu her daim. Amerikalı bir asker vurulmuştu ve sonrasında Iraklı bir adamla konuşmuştum. Bana, "Yoksul biriyim, ama ailem bunu tavuk pişirerek kutlayacak" demişti. O saatlerde Bush ve dönemin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, direnişçilerin 'eski rejimin kalıntıları' ve 'yenilmeye mahkûm' olduğunu söylemekle meşguldü.
Iraklılar arasında da kendi toplumlarındaki derin bölünmelere yönelik yanlış bir kanı vardı. Sünniler, Şiilerle farklılıklarını fazla abartmakla suçluyorlardı beni, fakat önde gelen Şii liderlerin adını saydığımda ellerini küçümsemeyle sallayıp, "Fakat onlar İranlı veya İran'dan para alıyor" diyorlardı. Irak Kaide'si Şiileri, hayatları en az Amerikalılar kadar değersiz olan sapkınlar olarak görüyordu. Şii pazaryerlerinde ve dini törenlerinde muazzam bombalar patladı, yüzlerce Şii'yi katlettiler ve Şiiler de milislerden oluşan ölüm timleri veya Şii ağırlıklı polis aracılığıyla Sünnilere yönelik kısasa kısas cinayetlerine başlayarak karşılık verdi.
İşkence 'kural' haline gelmişti
Sünni gerillalar 22 Şubat 2006'da Samarra'daki Şii mabedini havaya uçurduktan sonra mezhep çatışması topyekûn bir iç savaşa dönüştü. Bush ve Blair'se olup bitenleri bütün güçleriyle inkâr etti, oysa neresinden bakarsanız bakın inanılmaz bir vahşet eşliğinde yaşanan bir iç savaştı. Matkap ve asitle işkence kural haline geldi. Şii Mehdi Ordusu milisleri Bağdat'ın büyük kısmını ele geçirdi ve başkentin dörtte üçünü kontrol altına aldı. 2.2 milyona yakın insan Ürdün ve Suriye'ye kaçtı, bunların büyük bölümü Sünni'ydi.
Sünnilerin Bağdat için verilen savaşı 2006'da ve 2007 başında kaybetmesi, daha önce Amerikan karşıtı olan birçok gerillayı aniden ABD'yle ittifak yapmaya sevk etti. ABD, Kaide, Irak ordusu-polisi ve Mehdi Ordusu'yla aynı anda savaşma-nın mümkün olmadığı sonucuna vardılar. Şu an 80 bin kişilik bir Sünni milisi var; parasını yeni müttefik ABD'den alıyor, fakat Irak hükümetine düşman. Amerikan ve Britanya ordularının sınırı geçmesinin üzerinden beş yıl geçti ve coğrafi ifadeden ibaret bir ülkeye dönüşen bir Irak var ortada.
Kaynak: Radikal