Gezi Parkı eylemleri Türkiye gündemini belirlemeye devam ediyor. Bir park için yapılan samimi eylem, çadırların yakıldığı geceden itibaren sayısız eklemlenmeyle çığırından çıktı. Komplo teorileri öne sürülüyor. Doğrudur. Türkiye çok önemli bir ülke; Başbakan Erdoğan ise uluslarası sistemin kurallarına uymayabilen güçlü bir lider ve bir süredir, öngörülmezliğiyle uluslararası sistemi rahatsız ediyor. Buna karşılık komplo bulguları masum eylemcilerin gururlarının incinmesinin sebebi olmamalıydı. Tersine, halkı % 100 oranında muhatap alan siyaset, komplolar karşısında güçlenmeyi sürdürürdü. Gezi Parkı eylemi “bu birkaç ağaç meselesi değil” şeklindeki açıklamayla muhatapsız bırakılırken, bir çözümsüzlük haline terk edilir hatta biber gazı boca edilmek suretiyle bastırılmak istenirken eyleme eklemlenmeler de sıradanlaştı.
Sorunun sadece birkaç ağaç meselesi olması niye o kadar imkânsız sayılıyor peki?
Mimarlık eğitimi görmüş Müslüman bir yazar olarak da hep şu soruyu sordum: Ağaç kıyımı, çevre kirliliği, oturmuş ve nefes almaya devam eden dokunun korunması ve özensiz betonlaşma konusunda biz Müslümanlar duyarlık sahibi olsak da neden eleştiri geliştirmekte yetersiz kalıyoruz?
Söz konusu olan Taksim’de nefes almayı sürdüren bir alanda askeri bir kışlanın ihyası. Hükümetin desteklediği kat kat modernist bir tasarım (ya da tasarımlar), kışlayla birlikte ağaçların budanacağını hesaba katmadığı gibi, yapının içerdiği avm’de de bir sakınca görmüyor. Müslümanca duyarlığımızı oluşturan nice değer ve olgu, muhafazakar kalkınma siyasetleri tarafından paranteze alındıkça sönükleşmekte.
Bu konudaki zaaf ve benzeri başka türlü zaaflar şimdi, bir kutuplaşma ikliminde öne sürülen komplo teorilerinin gerisinde donakalmış görünüyor. Kalkınmacılık adına adaleti ihmal ederken, “İslam şehri” tahayyülü etrafındaki inceli kalınlı karakteristik ayrıntıların ihmalini de olağanlaştırıyoruz.
Öteki yüzde 50’nin dünyasına iğrenerek bakan bir yorumdan ne hakkaniyet beklenilebilir ne de devrim. Nilüfer Göle, Başbakan Erdoğan’ı ülkeyi ikiye bölmekle suçluyor. Kendisi de meydandakileri yüceltirken sokaktakileri paryalaştırmamış mıydı? Çok geçmedi, twitter’da “özgürlükçü” bir profil sunan Ak Parti muhalifi bir yazarın Ak Parti seçmenini “koyun tipi insan modeli” olarak tanımladığını okudum. Kimi Ak Partili yazarlar ise Gezi Parkı’nın başlangıç eyleminin aktörlerini “kullanılmakla”, komplolara alet ve Soros’a malzeme olmakla suçlamayı sürdürdüler. Sofistike sınıfçılık, statü bildirimi... Bu alfabeyle de uzlaşma kurulamıyor işte! Bir zamanlar bize başörtüsü yasağına karşı gelişen eylemler nedeniyle “haydut” denilmişti, öyleyse şimdi Gezi eylemcilerinin tamamına dönük olarak kullanılan “çapulcu” ve benzeri adlandırmaları anlayışla karşılamamız mı gerekiyor... Bilim insanının yaklaşımının siyasetçiye göre daha soğukkanlı olmasını bekliyor insan. Kalabalıkların bazen açığa vurduğu bazen de sakındığı “renk” ve “desenleri” ayırt etmeyi önemsemiyor muydu, eylemin niteliğini açımlarken “habitus” etkenini öne çıkartan sosyoloğumuz... Ve Başbakan Erdoğan da bu ülke nüfusunun yüzde 50’sinin değil tamamının başbakanı değil midir...
Alain Badiou’nun Fikir Zamanı sitesinde yayımlanan yazısı bu açıdan dikkate değer. Gezi Parkı eylemleri besbelli felsefe alanındaki farklı görüşleri kadar militanlığıyla da tanınan düşünürü heyecanlandırmış. Samimi, ihtiyat payı bırakmaktan geri durmayan, bu nedenle de Türkiye toplumunu tanımamaktan ileri gelen eksikliğini kabule hazır görünen cümleler de okudum, “Türk halkı ayağa kalkıyor” başlıklı yazıda. Badiou, park eyleminin 68 eylemcilerinin gittiği noktaya yönelmesinden duyduğu endişenin altını çizerken, bizim gibi olmaktan sakının, ideal toplumu gidip de Çin’de aramayın, demeye getiriyor Gezi eylemcilerine ve belki o denli ayrıntılı göremediği eylemi kendi felsefesine mal etmeye çalışan fırsatçı gruplara. “Benzer bir şekilde, arkadaşlarımız son derece emin oldukları, şu an Türkiye’de yaratılan şeyin ABD, Almanya ya da Fransa gibi zengin ve güçlü ülkelerde hali hazırda var olan şeyin arzusu olamaz” diye de kaygılı bir şerh düşüyor, “risk alan, “hakikat” arayışı içindeki felsefeden yana” düşünür, Gezi Parkı eylemleri adına...
Bu endişe aslında devrim ütopyasının sürekli ve kısa erimli bir rahatsız etme projesine dönüştüğüne ve bunu takiben iktidarla rahatsız gruplar arasında süren tavizlerin toplum sözleşmesi halini aldığına dair analizleri de hatırlatıyor.
Benzeri bir hikayeyi bize Julia Krtisteva anlatmıştı, Samuraylar’da. Adeta Simone de Beauvoir’ın“Mandarinler”inin süreğinde yer tutan ideal toplumu Rusya’da, ardından da Çin’de arayan Fransız sosyalist aydın/eylemcisinin hikayesidir o. “Kişisel bir açmazdan kurtulmak için Çin’e doğru kaçma gibi bir duygu var mıydı içlerinde, bunu da sorguluyor Kristeva. Zor zamanda kurulmuş cümlelerden ileride utanç duymamanın sebebidir, ilkesellik.
Gezi Eylemi bağlamında sıklıkla “kendi tarafım”ı eleştirmek zorunda kaldım, dejavu hissi nedeniyle. 1980 ve 90’larda yaşadığım, tanığı olduğum olayları ve sahneleri hatırlamayı önemsiyorum ve zaten hatırlamazlık edemiyorum da...
Bambaşka niteliklere sahip bir (Müslüman) gençliğe konuşuyoruz şimdilerde. Bu gençliğin bir kısmı, annelerinin ve babalarının 1990’larda ulusalcılar tarafından maruz bırakıldığı “hamam böceği” muamelesine de, ekranlardan silah ve kitaplarla teşhir edilen “Müslüman örgüt” mizansenlerine de ya yabancı ya da çok uzaktan bakıyor.
Öte tarafta, siyasal anlamda bir muhalefet boşluğunun, kendini ifade konusunda mevcut siyaset dilinin yetersizliğinin başka türlü protest alanlara yönlendirdiği bir başka (Müslüman olmadığı söylenemeyecek) gençlik var. Bu gençliği kendini “Müslüman” olareak tanımlayan gençlikle buluşturan, siberdünya uzamında öne çıkan keskin hatta şiddet yüklü ifadeler, ironik ve sembolik ifade arzuları... Gezi eylemleri bu dille bütünleşen sembollerle gelişerek yayıldı, doğru. İyi de, İslami camia da pekala Bosna veya Suriye katliamları sırasında kısa süreli hazırlığa dayalı örgütlenmelerle büyük kalabalıkları meydanlara toplayabilmiştir.
Kısa sürede Taksim’de toplanma başarısını komplo tezgahlarına değil, bir dil ve herhalde “anlam” arayışına bağlamak,daha uzun erimli sorun algısı ve çözümleme başarısı açısından zorunlu. Bir ad sahibi olmak, kendi adını muhatabına hatırlatmak, aslında muhatap olarak kabul görmek...
Gezi eylemlerinin başından itibaren eylemcilere dönük “kullanılma” uyarıları bir noktada 1980 ve 1990’larda yaşanan başörtü eylemlerindeki devletçi uyarıları hatırlatan bir tonla yükseliyordu. O yıllardaki gazete manşetleri sürekli başörtüsü yasakları nedeniyle meydanlara toplanan, öğrenim hakkını savunan, üniversite kapılarında bekleyen genç kızları, “sizi kullanıyorlar, karanlık mihraklara araç oluyorsunuz, bazılarınızı dolarla kandırdılar” şeklinde sözlerle suçluyor, aynı sözlerin taşındığı manşetlerle de toplumsal tepkinin, sürgünlüğün hedefine yerleştiriyorlardı.
Gezi Parkı eylemlerine katılmış, karışmış herkesin, hatta çoğunluğun kullanılan bilinçsiz, iradesiz, kendi başına bir fikir sahibi olması beklenemeyecek kişiler olarak tanımlanması, tersi yönde bir üst dilin, kibirli bakışın, hegomonik söylemin bir yansıması olarak tartışılmaya değer görünüyor.
İnsanlara sürekli “kullanıldınız” derken, farklı hikayelere sahip tek tek bireyleri bir muhatap almama tutumuyla ötelemiş olursunuz. İlkesel bakmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Gezi’de biber gazı zehrine maruz kalan gençlerin tamamını kullanılan akılsız varlıklar olarak görmek kısa vadede kullanışlı ama temelde günü kurtarmakla kalan bir açıklama olur.
Bununla birlikte özgürleştirici düşünce ve çoğulcu toplumun kendini Ak Parti seçmenini “koyun tipi insan modeli” olarak tanımlamada göstermesi beklenilebilir mi? Toplumun en az yarısına dönük bu yargı açısından ideal toplum besbelli yine de Çin’de ya da adını bile bilmediğimiz en uzak ülkelerden birinde mevcut olmaya devam edecek.
Gelgelelim –büyük ihtimalle- hayallerimizie karşılık bulmak adına Çin’e gitmek istemeyeceğimize göre, bir kez daha ortak kelimelerin ve çözümün peşine düşecek bir dil için kafa yormak zorundayız. Sorunun nasıl başladığını hatırlıyor muyuz? Taksim’de bir parkta avm’li bir proje yapılacağı ve bu nedenle ağaçların söküldüğü söyleniyordu.
Taksim’e Topçu Kışlası değil, meydanın uygun bir yerinde cami yapılması bana daha önemli ve anlamlı bir gündem maddesi olarak görünüyor. Park ise olduğu gibi kalmalı, hatta bahçeleşmeli. Şehrin bu tür yeşil alanlı boşluklara ihtiyacı var. Topçu Kışlası pekala başka bir yerde sembolik olarak ihya edilebilir. Orjinal halinin inşası mümkün olmadığına göre bu sembolik ihya çok daha anlamlı olur. Gezi Parkı ağaçları sökülürken yerine avm içeren bir yapı inşa edileceği haberi tepkilerin genç bilinçlerde karşılık bulmasını etkiledi. Kimileri aynı gençlerin avm gezginleri olduğunu söylüyor. Öyleyse gençlere ilişkin mekan/ortam/uzam bağlamları eksik olmayan bir muamele/yaklaşım sorununu ciddiye almamız gerekiyor. Gençliği yüzdelerle bölerek ötelemeye maruz bırakmak Türkiye’nin hayrına değil. Üstelik Gezi eylemlerine mütedeyyin ailelerin çocukları da katıldı.
Ahmet Mercan’ın bu sitede yayımlanan “Adalet öfkeyle yer değiştirirse” başlıklı yazısında hatırlattığı gibi: Peygamberimizin sünnetine göre insanın yapısal olarak kötülük fiiliyle özdeşleştirilmemesi temel bir duyarlık olmalı.