Hayattan kopuk bir düşünüş tarzı hakikati perdeler. Güncele takılıp kalan hiçbir düşüncenin yarınlara söyleyecek sözü olamaz.

Gündem yoğun ve bu ülkeye aidiyet duygusu duyan herkesin vicdanını kanatacak acımasızlıklar, yargılar, hakaretler, kamplaşmalar yaşanıyor. Hiç kimse olup bitenleri uzaktan seyretme, ilgisiz kalma lüksüne sahip değil. Her on yılda bir askeri müdahaleleri, acılı altüst oluşları yaşamış olan bu ülkenin insanları, kimlerin masum düşünceleri bile suiistimal ederek siyasal projeleri uğruna nasıl kullanabileceğini çok iyi biliyor. Ve bir de sessiz çoğunluk, yerliliğin verdiği özgüvenle çatışmanın bedelinin ne olduğunun bilincinde olarak gerektiğinde susmasını da pekala biliyor. İktidarları, projeleri için ülkenin acı çekmesini, kan dökülmesini bile göze alabilenlerin ne masum niyetleri, ne acımasız yöntemlerle kullanabileceğini de…

Bunlar muhayyel olarak hepimizin teyit ettiği gerçekler. Ancak bu memleketin varoluş şartının Müslümanlıkla, İslam'la kurulan ilişkide içkin olduğu gerçeğinden hareket etmeyen hiç bir niyet bu toprakların hayrına sonuç vermez. Bu gerçeğin kabulü için ne İslamcı, ne muhafazakâr ve hatta ne de Müslüman olmak gerekir. Bu ülkenin tarihsel, sosyolojik ve kültürel gerçekliğinin teslimi bunu gerektiriyor sadece. Dünya görüşünüz, inancınız ne olursa olsun İslam'la ilişkilendirilmeyen, en azından Müslümanlığın kültürel bir gerçeklik olarak bu toplumdaki karşılığını dikkate almayan hiç bir çözümlemenin hayr ile sonuçlanacağı söylenemez.

Tarihi gerçeklerin ve sosyolojik vakaların doğru tespitini yapmak için bu ülkeye dair samimi bir hissiyata sahip olmak yeterli. Teknoloji, modernlik, çağın getirdiği tüm farklılaşmalar, kimlikler bu hakikat gözetilmeden doğru analiz edilemeyeceği gibi taleplerin ve Türkiye'ye dair projelerin de gerçeklik bağlantısı kurulamaz. Bu nedenledir ki bu gerçekliği yok sayan her toplum mühendisliği, her siyasal operasyon toplumsal çatışmayı beraberinde getiriyor.

İşin tuhaf yanı, ilk kez Müslümanlık, İslam gerekçe gösterilerek toplumsal çatışmanın körükleniyor oluşu. Yeniden düşünülmesi gereken can alıcı husus; Müslümanlığın ne zamandan beri bu ülkede ayrıştırıcı hedef haline getirilmiş olduğudur. Meydanlara dökülenlerin algıları ve bunu yöneten algı stratejileri kadar muhafazakarların iktidarla, toplumla kurdukları ilişki de sorumluluk bilinci ile teşrih edilmeden bu soruya cevap verilemez.

Bu ülkeye, insanımıza ve öncelikle bize yüklenen ilahi sorumluluk bilinci ile İslam düşüncesinin neleri teklif edip nelere karşı durduğuna, güzelin, hayrın, bereketin, adaletin nasıl inşa edileceğine dair Müslümanca düşünerek bir cümle kurabilecek olanların yol ayrımına geldiği anlardan birindeyiz.

Günlük kaosun girdabında kaybolup çaresiz çırpınışlarla öfke yağdırmak yerine asıl gündeme bir an evvel dönmenin vaktidir.

Hatırlayan var mı? İslam estetiği üzerine, hikmet üzerine, adalet üzerine, faizin, sömürünün vahameti üzerine en son ne zaman cümle kurdu bu ülkenin Müslüman aydınları? Bir zamanlar mütevazı yayınevlerinin, çay ocaklarının alçak iskemlelerinde yapılan dinamik entelektüel tartışmalar terk edileli ne kadar zaman oldu? Cami kürsülerinde, sade ev ziyaretlerinde ahlaktan sahabe hayatına, evliya menkıbelerinden tarih sohbetlerine uzanan, mümin kalplerin huşu ile katıldığı berrak ırmaklarda yıkanmayalı kaç vakit oldu? DEVAMI>>>