Fransa'daki "Türkiye Mevsimi" nedeniyle düzenlenen programlardan birisi " Université de tous les savoir"'un düzenlediği "Bugünün ve Yarının Türkiye'si" başlıklı konferanslar dizisi. Ben de Türk dış politikası hakkında konuşma yaptığımdan, René Descartes Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin bin beş yüz kişilik anfisinin bir cumartesi akşamı nasıl dolabileceğini gözleme imkanı buldum. Türkiye hakkında anlatılanları dinlemek için gelenlerin içinde az sayıda Türk vatandaşı ve Türkiye kökenli Fransız vatandaşı olması, Türkiye'de olup bitenleri merak edenin esas olarak Fransızlar olduğunu gösteriyordu.
Sarkozy'nin Türkiye'nin adını duymaya tahammülü olmayan hali, toplumda Türkiye ilgisinin doğmasına, artmasına neden olmuş gibi. Hani, 'O böyle söylüyorsa, tersi daha doğrudur' türünden bir tepki doğmuş. Daha önce katıldığım konferanslardan farklı olarak, Türkiye'nin neden AB'ye istenmediğini anlatma çabasında olan soruların yerini Türkiye'nin geniş çerçeveli yeni dış politikasına ilişkin soruların aldığını söylemek mümkün. Az da olsa, anlatma çabalarının yanında anlama çabalarının da geliştiği söylenebilir.
Sıklıkla merak edilen konuların başında, Türkiye'nin Orta Asya'da söylendiği kadar etkisinin olup olmadığı geliyor. Fransa'nın Fransızca konuşan ülkeler üzerindeki etkisini doğal bulanların benzer bir durumu Türkiye'nin gerçekleştirdiğini duymaya hazır olmadıkları anlaşılıyor. Ardından Ortadoğu'daki yeni politikasının tek taraflı mı, yani kendi başına ve kimseyle ortaklık yapmadan mı geliştiği soruluyor. Bu tür soruların arkasında 'Türkiye Osmanlı'yı mı kuruyor?' arayışı olduğunu dikkate almadan, Türkiye'nin tüm dış politika açılımlarında ABD ve Rusya ile sürdürülen "oydaşma" politikasının olduğu söylendiğinde ise, tepkiler farklılaşıyor. Türkiye'nin yeniden şekillenen küresel sistemde dengelerin dengeleyicisi olmaya başladığını ve bu süreçte pek de AB'nin bulunmadığını düşünüyorlar.
Dış politikadaki iniş çıkışlar ve bunun iç siyasette yarattığı çalkantılarla ilgilenmekten çok, sonuçlarına yoğunlaşmış dinleyici kitlesi, gördüğü kadarıyla düşünme alışkanlığını yine de sürdürüyor. Yapılanları olumlu bulma, ama yapandan şüphe etme hali sürüyor. Türkiye'nin "Doğu" açılımının İslamlaşma riskini artıracağını düşünenler az gözükmüyor, Afganistan ile Türkiye'nin aynı anda uzmanı olduğunu söyleyen araştırmacılar yetiştirilebiliyor. Hükümetin seçimlerle iktidara geldiğini, beğenmediğiniz bir parti iktidara geldiğinde bununun yine seçimlerle değişmesini beklemekten başka çarelerinin olmadığı anlatıldığında ise, birçok dinleyicinin "hay Allah" dediği duyulur gibi oluyor; aralarından bazıları 'neyse ki ordu var' diyor. Bizler ellerimizi iki yana açıp "nasıl yani," türünden bir vücut dili kullanınca da, salondakiler gülmeye başlayabiliyor.
Konferans çıkışında oldukça yaşlı bir kadının sorduğu soru, durumu özetler nitelikte. 'Biz' dedi, 'her gün televizyonlarda Sarkozy ile uyanıyor, ardından günlerce kültür bakanının Uzakdoğu'da neler yaptığını tartışan programları izliyor ve aslında Tayvan yapımı olup dünyanın her yerinde satılan bir halının ne kadar olağanüstü olduğunu anlatan tanıtımlara maruz kalıyoruz; sizde de böyle mi?' Uzaylı olmadığımızı, bizde de benzer durumlar olduğunu söyleyince kadın "ama siz dünyayı bizden daha yakından izliyor gibi gözüküyorsunuz" diye yanıtladı.
Dünyayı yakından izlemenin, dünya ölçeğini geniş tutmanın önemi tartışılmaz. Aynı oranda, toplumları liderleriyle özdeş tutmamak ve ortak dillerin hemen her yerde geliştirilebileceğine inanmak da bir o kadar önemli.
Kaynak: Star