İranlılarla ilk karşılaşmam 1970'lerin sonlarındaydı. Bu dönemde Lübnan, Lübnan ulusal hareketi ve eğer hepsinin değilse bile dünyanın dört bir yanından pek çok sol hareketin temsilcilerinin ziyaret ettiği ve o dönem politik hareketler arasında bir Mekke işlevi gören Filistin Kurtuluş Örgütü'nün gölgesi altındaydı. Modern tarihte, FKÖ kadar yaygınlaşan ve dünya çapında farklı ilişkilere sahip başka bir ulusal hareket yoktur iddiasında bulunan birinin çok fazla uzağa gitmesine gerek yoktur. O dönem, çoğunlukla Cezayir devriminin başarısı (1962), Vietnam'daki zafer (1974), Güney Afrika'daki Afrika Ulusal Kongresi ve Filistin'deki FKÖ'nün yükselişi tarafından motive olan üçüncü dünyadaki sosyal ve politik değişimin ilerlemeci güçleri için büyük bir iyimserlik dönemiydi. Pek çoğu Tahran'daki şah rejimi tarafından arandıklarından FKÖ saflarında en uzun kalanlar arasında İran muhalefetinin üyeleri vardı. Aralarında Tuda partisinden komünistlerin, İslamcıların, İslami-Marksistlerin olduğu bütün politik düşüncelerden İranlı vardı; hepsi aktifti ve bütün Ortadoğu'da İsrail devletinin en büyük müttefiki olan şahın tiranik rejiminin yıkma amacı üzerinde ittifak etmişlerdi.

 

O dönem İranlılarda benim en çok dikkatimi çeken şey; onların kusursuz kararlılıkları ve o dönem nerdeyse düşünülemez bir olay olmasına karşın şah rejimini yıkacaklarına duydukları sarsılmaz güvendi. Lübnanlı bir entelektüel, iyi ve kötü zamanda Filistinlilerin yanında yer almış arkadaşım merhum Mustafa Şeref ed-Din'e, İranlıların güven ve kararlılıklarını nasıl açıkladığını sordum. Esprili bir şekilde onların, birini yapmak nerdeyse bütün bir yılı aldığından sınırsıza yakın bir sabır gerektiren bir iş olan en iyi kalitedeki halıları yapmakla ünlüdürler.

 

Sonrasında 1979'da gerçekleşen İran'daki devrim, iki nedenden dolayı o dönemde davaları önemli tersliklerden dolayı sıkıntıda olan Filistinlilere büyük bir umut verdi. Bu nedenlerin ilki, İsrail ile bir barış anlaşması imzaladıktan sonra Mısır'ın Arap-İsrail çatışmasından çekilmesiydi. İkincisi, bu savaştan çekilen Mısır'ın boşluğunu doldurmaları ümit edilen Suriye ve Irak'taki Baas rejimleri arasındaki ilişkinin bozulmasıydı.

 

Yaser Arafat Siyonist devletin stratejik pozisyonunun zayıflamasına öncülük edecek bir gelişme olarak bilinmesi gereken İran'daki devasa değişimin önemini çabucak kavradı. O Tahran'a uçan ilk Arap liderdi ve ilk önce Filistin ortak hafızasında ölümün ve yıkımın bir sembolüne dönüşen İsrail'deki Amerikan yapımı Fantom uçaklarından dolayı Filistinlilerin alışık olmadığı bir şey olan İran'ın dost fantom jetleri tarafından karşılandı. Filistin stratejik derinliğinin güney Lübnan'daki Sur şehrinden İran'daki Horasan'a kadar uzandığını ifade eden deklarasyonu, bu değişimlere ilişkin dönemin Filistinli iyimserliğini yansıtıyordu. O, dönemde Filistinlilerin psikolojisi üzerinde önemli bir etki meydana getiren şey, bir Filistin büyük elçiliğinin Tahran'daki İsrail büyükelçiliği ile yer değiştirmesiydi. Bu olay, uluslararası Siyonistlere bir devlet olması için uluslarının haritadan sökülüp atıldığı Filistinliler için büyük bir sembolizm içeriyordu. İnsanların inanacakları Siyonist propagandanın tersine Polonyalı ve Rus Siyonistler kurak bir çöle gelmediler. 1930'lar ve kırklarda, Siyonist devlet kendini Filistin'e dayatmadan önce Filistin, Ortadoğu'daki en gelişmiş ülkeler arasındaydı. Bölgedeki en iyi eğitim seviyesine sahipti; bağımsız bir ulus olmak için Milletler Birliği'nin kriterlerinin hepsine sahipti. Politik partileri, para birimi, tanınmış sınırları, ticaret birlikleri, bir kadın birliği, bankaları, fabrikaları, tiyatroları, kulüpleri, bir demiryolu sistemi ve özellikle de 19. yy.dan beri mükemmel kaliteleriyle bilinen Hayfa-tipi portakalları yetiştirmede gelişmiş bir tarımı vardı. Kendilerini onunla tanımladıkları tek ülkeyi kaybeden Filistinliler için Siyonist işgalin sonucu felaketti. Siyonizm'in, Filistin'de ne kadar kalırsa kalsın geçici bir fenomen olduğu şeklindeki kökü derinlerde olan Filistinli inancı ile birlikte bu tarihi göz önünde tuttuğumuzda büyükelçiliklerin yer değişimi belki de Filistin'in 'siyonistsizleştirilmesi"ne yönelik uzun yoldaki ilk adımdı.

 

Bu gün ABD ve İsrail; Araplar ve İranlılar, Şiiler ve Sünniler arasında hayali çatışmaya ilişkin IQ'sü tek rakamların üzerinde olan herkesin, bölgedeki direnişi zayıflatmayı amaçlayan bir strateji olduğunu bildiği böl ve yönet kuralı ile oynuyorlar. Son zamanlarda İran'ı Araplar için bir tehdit olarak sunma işinde Siyonist yanlısı odakların aktif olduğunda şüphe yoktur hatta bazı cahil Araplar İsrail tehdidini İran'dan gelen hayali bir tehdit ile eşitleme derecesine kadar ileri gittiler. Cevap bekleyen soru şudur: kaç sıradan Arap bu yeni oryantalist teoriye inanıyor ve kaçı, İran'a karşı zannıyla konumlanan "ılımlı Arap ülkeleri" ile ilgili Rice'ın sözlerine inanıyor? Cevap, çoğu Arabın bayan Rice ve onun yönetiminin yeni oryantalizmine kanmadığını gösteren son zamanlarda gerçekleştirilmiş farklı anketlerde bulunabilir. Rice cahil olabilir veya cehalet rolünü oynuyor olabilir fakat Araplar, Farsların ve Arapların paylaştığı; felsefede, edebiyatta, tıpta ve ilahiyatta büyük bilginler çıkaran ortak tarih ve mirası çok iyi biliyorlar. Modern politika da Araplar, 1971'de şah rejimi tarafından işgal edilmiş olan üç ada sorunu gibi Arap ulusları ve İran arasındaki sınırlı farklılıkların görüşmeler yoluyla çözülebileceğini ve İran'ı potansiyel bir düşman olarak görmek için bir neden teşkil etmediklerini çok iyi biliyor. Aksine tehdit olan şey, Arap topraklarının kalbinde Araplara meydan okuyan ve bütün bir ulusun yersizleştirilmesi üzerine kurulan Siyonist devletin kurulmasından bu yana Arapları huzursuz eden bir tehdidi temsil eden İsrail'in varlığıdır.

 

Arapların, Irak'tan alacakları acı dersler üzerinde düşünmekten fazlasını yapmaya ihtiyaçları yoktur. Irak'ın istilası ülkeye, eğer durdurulmazsa bütün bölgeye yayılacak olan ve Arapların öncelikli kaybedenler olacağı hâlihazırdaki kanı ve bölünmeyi getirdi. Bu yüzden herhangi bir Arap liderinin İran'a bir saldırıyı reddetmekten dolayı ödeyeceği bedel böyle bir savaşı desteklemekle ödeyeceği bedelden daha azdır. Eğer savaş gerçekleşirse Arap ve İran topraklarında olacaktır ve savaşın bedelini ödeyecek olanlar sıradan Araplar ve İranlılar olacaktır. Aynı zamanda Arapları ve İranlıları birbirine bağlayan kültürel ve tarihi bağlara ek olarak, İran'ın zayıflaması Arapların çıkarına bir şey değildir aynı şekilde ülkelerinin Amerikan ve İsrail savaşlarının zemini olmasında hiç bir Arabın çıkarı yoktur. Her Arabın anlaması gereken gerçek şudur; Amerika sonunda geri çekilecektir ve ABD de biz çekildik bakın Arapları öldürenler yine Araplardır derken bölge çatışmalara boğulacaktır.  Bu dil Amerika'da, Irak'taki çatışmanın, bir Irak iç çatışması olduğunu ileri sürerek ABD'nin çatışmayı beslemedeki sorumluluğundan kaçmaya çalışan bazılarından hâlihazırda duyduğumuz dildir. 11. yy.daki önemli bir Arap filozof olan Abu Hayan Al-Tawhede, bir zamanlar bazılarının probleminin zehri ilaç olarak düşünüp içmeleri olduğundan bahsediyordu! Eğer bu daha önce zehri denememişlerin yaptığı bir şeyse mazur görülebilir benim merak ettiğim; Al-Tawhede'nin, zehiri bir kaç kez tecrübe etmiş ve onun yıkıcı sonuçlarını bilmesine rağmen yine de daha fazla içmek isteyen Araplar için ne diyebileceğidir?

 

 

 

*Dr. Salim Nazzal: Ortadoğu'da, bölgedeki sosyal ve politik meseleler üzerine kapsamlı yazılar yazan Filistin kökenli Norveçli bir tarihçidir. Kendisine [email protected] adresinden ulaşılabilir.

 

 

 

Bu makale Ali Karakuş tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.