"Türkiye değişiyor!" Son yıllarda yaygın olarak kullanılan bu değerlendirme, herkes için aynı anlama gelmiyor elbette. Türkiye'nin yaşamakta olduğu değişimi doğru kavramak gerektiğini ileri sürenler, çoğu kez değişimden demokratikleşmeyi kastediyorlar.
Buna karşılık değişime "olumsuz" anlam yükleyenler, demokrasi ve demokratikleşme "görüntüsü" altında Cumhuriyet'in tahrip edildiğini düşünüyorlar. Bu iki zıt değerlendirme, Türkiye siyasetine özellikle son yıllarda sık sık hâkim olur gibi görünen keskin bir kutuplaşmanın da ifâdesi. Değişimin yönünün demokrasiye doğru olduğunu tespitte birleşen ama bu yönün neticelerini Cumhuriyet açısından "güçlendirici" veyâ "yıkıcı" diye görmekte birbirinden tümüyle ayrılan bu değerlendirmeler, yakın geçmişte yaşanan cumhurbaşkanlığı krizi ve "sivil anayasa" tartışmalarında olduğu gibi şimdi Kürt sorunu bağlamında da geçerli. Benim de nâçizâne katıldığım görüş, Kürt sorununun Türkiye'nin çağdaş dünyanın ileri demokrasi ölçülerine kavuştuğu takdirde çözüm yoluna gireceğini ileri sürüyor. Buna karşılık, yakın geçmişin siyâsî kriz ânlarında, âmiyâne tâbirle "fazla demokrasi Cumhuriyet için zararlıdır" gibisinden bir yargıyla hareket edenler bunun aksini ileri sürmekteler.
Her halükârda tartışma, Kürt sorununun çözümü bağlamında "demokratik açılım" adı altında ve dolayısıyla "demokrasi merkezli" olarak devam ediyor. Neredeyse on yıla yaklaşan bir süredir, sürekli olarak daha demokratik bir Türkiye yönünde siyasî ve hukukî reformlara ve bunlarla ilgili tartışmalara sahne olan Türkiye siyaseti, öyle görünüyor ki, bir "demokrasi yorgunluğu"na girmek üzere. Bu yorgunluk, kabûl edilmelidir ki, kısmen de olsa kurumsal muhalefetin, çağdaş demokrasiyi Cumhuriyet'in millî (ulusal) niteliğine aykırı görüp reddeden katı yaklaşımıdan ve bu yaklaşımı paylaşıp destekleyen kamuoyu çevrelerinden kaynaklanıyor. Bununla birlikte, Kürt sorununun çözümü yönünde bir "demokratik açılım" gündemini oluşturmaya çalışan siyasî iktidarın, açılımın içeriğini belirsiz bırakması, açılımın gerçekleştirilmesini aynı biçimde belirsiz bir zamana yayma niyeti taşıması da sözünü ettiğim demokrasi yorgunluğuna girmemize katkıda bulunuyor.
Bu noktada, demokrasi yorgunluğundan ne kastettiğimi kısaca açıklamaya çalışayım. Türkiye, az önce bazı satır başlarıyla işâret ettiğim yakın dönem siyasî reform ve kriz anlarında hep "demokrasi" eksenli tartışmalara sahne oldu. Şimdi yargılama konusu olan darbe girişimlerinden cumhurbaşkanı seçimindeki krize, yeni ve sivil bir anayasa yap(ama)ma girişiminden AK Parti'ye yönelik kapatma davasına (ve hâlen devam etmekte olan DTP hakkındaki davaya), başörtüsü yasağını kaldırmayı amaçlayan anayasa değişikliklerinin Anayasa Mahkemesi tarafından iptaline, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığının tesisi bağlamındaki tartışmalara ve nihayet Kürt sorunu bağlamındaki gelişmelere kadar her alanda ana tema "demokrasi" oldu. Bu kritik bağlamlarda, kamuoyunun genel algısı çerçevesinde ya bir kurtarıcı veya bir tahrip kalıbı gibi takdîm edilen demokrasi, şimdi en tarafsız kesimler tarafından bile ciddiye alınmaz bir kavram hâline geliyor. Nitekim, "yahu, bırakın demokrasiyi, daha önemli değerler var!" veya "demokrasi sanki her şeyi çözecek mi!" türü değerlendirmeler giderek sıklaşan bir biçimde duyuluyor.
DEMOKRASİ SON DURAK YA DA ÜTOPYA DEĞİL
Bu tarz bir demokrasi yorgunluğu, eğer yaygınlaşır ve derinleşirse, Kürt sorunu bağlamında zâten alttan alta tek-parti döneminden müdevver "inkâr-asimilasyon-tenkil" politikalarını sürdürmeye zihinsel yatkınlık içindeki kesimlere vereceği güçle, gerçekten marazî bir hâl alabilir. Bu nedenle, şimdi hem demokrasi konusunda daha net ve "dinamik" bir kavrayışa sâhip olmamız gerekiyor hem de bu kavrayışın da desteğiyle, siyasî iktidarı daha net, sağlam ve köklü reformlar yönünde teşvik etmemiz gerekiyor.
Bilineni tekrarlama pahasına söyleyelim. Demokrasi, dünya üzerinde bugüne kadarki târihinde, önce kent-devletlerinde, sonra da ulus-devletlerde uygulanan tarihî bir tarz olageldi. Bugün de en geçerli olarak ulus-devlet ölçeğinde uygulanıyor. Bununla birlikte, Fransız Devrimi sonrasındaki ulus-devlet modelinde geçerli olan demokrasinin temelini oluşturan "millî egemenlik" anlayışı, sâdece uluslararası örgütlerin varlığı nedeniyle geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiş değil. Buna ek olarak, ulusların kendi içlerinde siyasî bakımından anlam taşıyan sınıf, cinsiyet, etnik ve dinî vesâir farklılıklara bölünmüş, heterojen birimler olduğu kabûl görmeye başlıyor. Bu kabûl, demokratik siyasetin vazgeçilmez unsuru olan temel hakların farklılıkları ifâde edecek biçimde genişletilmesini de gerekli kıldığı için, ulus ve ulusal egemenlik, farklılıkları kabûl ve onlara eşit saygı yükümlülüğüne bağlı hâle geliyor. Buna, Türkiye'nin de üye olmaya yöneldiği Avrupa Birliği gibi yeni ve "ulus-devlet üstü/ötesi bir demokrasi" modelinin oluşumunu da ekleyebiliriz.
Anlaşılmalıdır ki, demokrasi, toplumsal sorunların çözümünde sihirli bir değnek olmadığı gibi, şu anda dünya üzerinde mükemmelen var olan bir hayat tarzını da ifâde etmiyor. Dahası, demokrasi günün birinde insanlığın erişmesi hâlinde mükemmel hayâtı yakalayabileceği bir "yeryüzü cenneti" veya bir "ütopya" da değil. Demokrasi, ulus-altı, ulusal, uluslararası ve ulus-üstü topluluklarda, o topluluklara mensup olanların ortak hayatlarını etkileyen sorunlarda, kendi özgür iradeleriyle meşrû bağlayıcılığı olan kararlara varabilmeleri için uygulanan bir usûl. Bu usûl, elbette hakkıyla uygulanabilmesi için, pek çok temel hak ve hürriyetin tanınmasını gerektiriyor. Bu hak ve hürriyetlerin özneleri, niteliği ve muhtevası tarihî olarak sürekli bir dinamizm içinde. Geçmişte akla gelmeyen pek çok hak (örneğin çevre hakkı) veya hak öznesi ("insan"a ek olarak "işçi", "kadın", "çocuk" yanında "azınlık" veya "grup") bugün kabûl görüyor. Toplumsal eşitsizliklerin ve bu eşitsizlikler temelinde yükselen taleplerin ileride yepyeni hak ve hürriyet kategorilerini ortaya çıkaracağı, bunların da demokrasiyi daha başka bir seviyeye taşıyacağı kesin.
Türkiye özeline gelirsek. Kürt sorunu bağlamında çağdaş demokratik dünyanın kabûl ettiği kültürel kimlik ile ilgili haklar arasında en önde gelenlerinden biri olan "anadil" ve "anadilde eğitim" konusunda bir örnek verelim. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 2005 yılında verdiği bir kararın gerekçesinde, "Anadilde öğrenimin hayata geçmesi. . . ulusal bütünlüğünü, ülkesi ve milletiyle bölünmezliğe ve diline bağlayan Cumhuriyet'in üniter yapısı ile bağdaşmaz" demektedir. Ulus-devlet ile üniter devlet yapısı arasındaki vahim kavram yanlışlığının ötesinde, Türkiye'de gâyet yaygın olan ulus-devlet mantığına endeksli dar demokrasi anlayışını dile getiren bu önemli içtihat ortadayken, Kürt sorununun çözümü bağlamında hangi tedricî süreçten ne gibi bir olumlu netîce hâsıl edilebilecektir? Türkiye vatandaşları için daha çok hak, daha çok hürriyet, daha çok demokrasi talep etmek ve bunu hemen şimdi talep etmek gerekmiyor mu?
PROF. DR. LEVENT KÖKER
Kaynak: Zaman