Davos'ta yaşananlar sonrasında Türkiye'de iki tür tepki geldi. Büyük halk kesimlerince başbakanın tavrı "hissiyatın dile getirilmesi" olarak algılandı. Benzer coşkunun Arap ülkelerinde de olması şaşırtıcı değil. İkincisi ise üslubun diplomatik olmadığı, İsrail'i küstüreceği endişesini seslendiren eleştirel tepkiydi. Erdoğan'ın söylediklerinden çok nasıl söylediğini ve sonuç olarak da İsrail'in muhtemel tavrını merkeze alan bu ikinci yaklaşımın azınlık bir kesim tarafından dillendirildiğini belirtmeye gerek yok. Ancak "geleneksel Türk dış politikası" söylemi etrafında, başbakanı adeta İsrail'e jurnalleyen bir tarzda yapılan yayınların seçkinler nezdinde neye tekabül ettiği de düşündürücü.
Bu iki tavrı analiz etmeden önce Davos'ta gerçekte ne olduğuna bakmakta yarar var: Nobel barış ödüllü ve fakat bunca bebek katlini gerçekleştiren bir devlet başkanı olarak "siyaset bilgesi" sıfatı yapıştırılan Perez'in Davos ortamı ve ruhu ile akrabalığı malum… Panel muhtemelen Perez dışındaki panelistlerin 'konu mankeni' olarak tasarlandığı bir İsrail acındırması şeklinde planlanmıştı. Amr Musa ve Erdoğan kendilerine tanınan kısıtlı sürede mahcup bir dille veya olanca "diplomatik nezaket ölçülerine dikkat ederek" konuşacak, Perez de bunlardan arta kalan yani her ikisinin toplam süresinden daha fazla sürede timsah gözyaşları dökecekti. Zavallı bebek katillerinin Hamas teröründen neler çektiğini dünyanın önde gelen işadamı ve siyasetçilerine anlatacak, tehdit edecek, barış dağıtacaktı!
Bu kurguyu başbakanın sert üslubu bozdu. Perez bilgeliğini bir kenara bırakıp tehditkâr bir ses tonuyla çirkinleşen bir konuşma yapmak zorunda kaldı. Oturumun başkanı, aslen Anadolu kökenli gazetecinin, kurgunun bozulduğunu fark ederek kalan kısmı kurtarmak için başbakanı susturmaya kalkışması bardağı taşıran son damla oldu. Başbakanın tarzı farklı olsaydı bile bu kurgu karşısında ya daha soğukkanlı ve zekice bir hamle ile oyunu ters çevirmesi gerekecekti ya da biçilen role razı olacaktı.
Aslında İsrail'e karşı hiçbir yaptırımı olmayan tavrın toplum nezdinde bu denli büyük karşılık bulmasının sebepleri üzerinde düşünülmesi gerekir. Bu karşılık, bugüne kadar İsrail'in yaptığı haksızlıkları ya görmezden gelme ya gizli-açık destek verme şeklindeki dış politikanın mağduru olan bir halkın bölgeye zorla ihraç edilmiş bir devletin yöneticileri karşısındaki ezik duruştan sıyrılma çabası olarak okunmalı. Ortadoğu'da sürekli işgal, kan ve ölümlerle gündeme gelen bir ülke karşısında kendi yöneticilerinin sessizliği ve hele bu durumun çaresizlik olarak okunmasının yıllardır getirdiği birikim… Hele her şeyin altında "Yahudi parmağı" arayan dünya siyaseti yorumlamasının güncel gelişmelerle doğrulanır görünmesi karşısında bir meydan okuma olarak algılıyor sağ-muhafazakâr ruh. Gazze katliamından sonra hiç bir Arap ülkesinin, hiçbir dünya liderinin İsrail'i eleştirmeyi bile göze alamaması (algısı) karşısında retorik düzlemde de olsa bir çıkış bu fasit dairenin kırılabileceği umudunu yeşertti.
İkinci gruba giren, daha çok bugüne kadar bölgeye sırt çevirmiş, ancak İsrail üzerinden komşularına bakan dış politika yapıcılarının temsil ettiği seçkinci zümre için İsrail'i kızdıran gelişme tam bir felaket. Üstelik dünya sermayesinin, siyasetinin temsil edildiği bir toplantıda, panelde bile olsa Türkiye'nin malum imajı adına hayıflanıyorlar. Bu noktada tek yanlı sığınmacı bir Batı ilişkisi ve "ne yapsa haklı" mantığı ile yaklaşılan İsrail algısı önemli.
Bunların dayandıkları en önemli tez şu: İsrail'e her anlamda ihtiyacımız var, kızdırırsak Amerika'yı ve Batıyı karşımıza almış oluruz.
Burada iki yanılgı var: ilki, başbakanın toplumun önemli kısmının hissiyatını yansıtan tavrının doğru okunmamasında ortaya çıkıyor. Belki ilk defa böylesi açık bir katliamdan sonra başbakan düzeyinde İsrail'e sert eleştiriler getiriliyor. Ancak bu eleştiri iç politikaya yansı/tıl/dığı gibi İsrail'le ilişkileri kesecek, meydan okuyan bir tavır değil. Nitekim başbakan özellikle İsrail'e karşı olmadığını, ayrıca Perez'le yaptığı telefon görüşmesindeki ifadeleriyle de böyle bir amacı kesinlikle taşımadığını beyan ediyor. Eleştirinin retorik düzeyinden fazla ileri gitmediği bilinmelidir. Ne askeri anlaşmalar ne de ticari ilişkileri kesmeye yönelik bir adım değil. Bu tavrın muhtemel iki sonucu var: her iki sonuçta hemen hemen elde edilmiş gibi görünüyor. Türkiye Hamas'ın diplomatik alana taşınmasını ve çözümün tarafı olarak kabul görmesi yönündeki görüşünü en üst düzeyde dile getirdi. Bu Hamas açısından diplomatik başarı sayılabilir. Nitekim AB şimdiden Hamas'a bu yönde yeşil ışık yakabileceğini ima etmiştir.
Başbakanın savaşın başından beri sergilediği çıkışlarının daha geniş kapsamda sonucu Ortadoğu'da özellikle Hamas üzerinde bir İran etkisinin dengelenmesidir.
Bu açıdan bakınca, İran'ın yerine Türkiye gibi bir ülkenin ağırlık kazanması uluslararası sistemin son derece istediği bir sonuçtur. Bu amaca uygun olarak kimi çıkışlara göz bile yumulabilir. İran'ın askeri ve ideolojik nüfuzunu önlemek isteyen İsrail ve Batının hatta bölge ülkelerinin yaptırımı olamayan bir retorikle sağlanacak dengeyi tercih etmemeleri için bir neden yok. Buna bağlı olarak Filistin'de, Arap ülkelerinde Türkiye'ye duyulan ilgi Erdoğan'ın çıkışı kadar kendi liderlerinin sergilediği açık suç ortaklığının ve buna karşı bir umut arayışının sonucudur.
İsrail'i küstürmemek isteyenlerin ideolojik tercihleri bir yana bırakılırsa Türkiye'nin buraya muhtaç olduğu tezi de çok geçerli görünmüyor. Türkiye'nin İsrail'e duyduğu ihtiyaçtan çok İsrail'in Türkiye'ye ihtiyacı olduğu gerçeği kabul edilmelidir. Bölgede Arap olmayan Müslüman ve Batı yanlısı, AB'ye girme yolunda, NATO üyesi bir ülkenin desteği İsrail için stratejik bir değerdir. Savaş uçaklarından dağ komandolarına kadar askeri eğitim imkanı sunan; enerji hatlarından suya kadar pek çok hayati alanda Türkiye'ye bağımlı olan, 70 milyonluk teknoloji pazarı İsrail için vazgeçilmezdir. Üstelik Şah döneminde ilişki kurduğu İran'ın yerini alan Türkiye'ye İsrail'in ihtiyacı Ankara'nın Amerika'daki Yahudi lobilerine olan ihtiyacı ile kıyaslanamaz.
Sonuçta İsrail'i küstürme korkusu yaşayanlar da İsrail'e iyi bir ders verilmesini bekleyenler de kıyasıya yanılgı içindeler…