Bir keresinde 1990'ların başında Bosna'daki savaşı takip etmiş bir gazeteciyle konuşmuştum. Meslektaşlarıyla beraber, tehlikelerine rağmen gayretle işlerini yaptıklarını, zira tanık oldukları korkunç olayları dünyanın da bilmesi halinde uluslararası toplumun harekete geçeceğine inandıklarını anlatmıştı.Haberlerini yazıyorlar ve bekliyorlardı. Kısa süre sonra meseleyi anladılar. Dünya neler olup bittiğini biliyor, yine de kılını kıpırdatmıyordu. Bazı gazeteciler için bu deneyim haberciliğin gücüne duydukları inancı kırmıştı. Diğerleriyse insanlığa duydukları inancı yitirmişlerdi. Sanırım ocakta Darfur'daki felakete dair ortak bir açıklama yayımlayan yardım görevlileri ve BM ekibi de şu sıralar benzer bir kalp kırıklığı yaşamakta. BM'ye bağlı 14 ayrı insani yardım kuruluşu, ki bunlara Dünya Gıda Programı ve Dünya Sağlık Örgütü de dahil, beklenmedik bir çaresizlik çığlığı attılar. Yardım görevlilerinin, 'milyonlarca insanın hayatta kalması ve korunması konusunda olağanüstü gayret sarf ettiğini, fakat bu durumun uzun süre devam edemeyeceğini' vurguladılar. BM çalışanları, bizzat saldırı altındayken, artık korumaya ve beslemeye çalıştıkları insanlara ulaşamıyordu. Şu ifadeler yer alıyordu açıklamada: "Sadece son altı ayda 250 bin insan çatışmalardan kaçıp mülteci konumuna düştü, bunlardan birçoğu ikinci-üçüncü kez evlerini terk ediyor. Köyler yakılıyor, yağmalanıyor ve gelişigüzel bombalanıyor. Ekinler yok ediliyor. Kadınlara karşı cinsel şiddet alarm verici boyutlarda. Bu durum kabul edilemez." Eminim ki bu açıklamayı yazdıklarında dünyanın ayağa kalkıp yardıma koşacağına inanıyorlardı. Tek amaçları hayat kurtarmak olan insanlardan gelen böylesine keskin, çaresiz bir çağrıya hiç kulak tıkanabilir miydi? Bu sorunun cevabını biliyorlar artık. Açıklama yapıldı, şurada burada haber oldu, garip internet sitelerine postalandı ve neredeyse tümüyle görmezden gelindi. Bosna'daki eski basın neferlerinin öğrendiği dersi şimdi Darfur'daki insani yardım görevlileri de öğrendi: Dünya yaşananları biliyor, hem de en ince ayrıntısına kadar, fakat hiçbir şey yapmıyor veya iş işten geçene kadar bekliyor. 'Hükümetin tecavüzde payı var' Elbette bunun ilk sorumlusu Sudan hükümeti; BM insan hakları müfettişleri geçen hafta hükümetin 'yaygın ve sistematik' tacizlerde payı olduğunu, şiddet furyasına katıldığını ve bunu yönettiğini, sonuçta en iyimser tahminle, 200 bin insanın öldüğünü ve 2 milyon insanın da mülteci konumuna düştüğünü tespit etti. Bunlar resmi olarak Darfur'daki isyancılarla, ki onlar da kendi saldırılarından sorumlu, iç savaş sürecinde gerçekleşti. Fakat BM insan hakları konseyi gayet net bu konuda: Şiddetin 'esaslı bir bölümünden', Sudan hükümeti ve onun Arap Cancavid milisleri içindeki müttefikleri sorumlu. Peki bu felaket niye durdurulamıyor? Buna verilecek cevap, dünyanın içinde bulunduğu vaziyetin, güç sınırlamalarının ve liberal müdahalecilerin Britanya Başbakanı Tony Blair tarafından 1999'daki Kosova savaşı sırasında ortaya konan, devletlerin kendi insanlarını sorgusuz sualsiz öldürebildiği bir dünyanın artık var olmamasına dair amentüsünün ne kadar vahim duruma düştüğünü de açığa vuruyor. Uluslararası toplum hiçbir şey yapmamış değil. Geçen yıl ağustos ayında BM 1706 sayılı kararı çıkardı ve neredeyse Fransa büyüklüğündeki Darfur'u kontrol etmeye çalışan 7 bin askerlik küçük Afrika Birliği gücünün, 22 bin 500 BM askerinin konuşlandırılmasıyla desteklenmesine karar verdi. Hem personel hem teçhizat konusundaki böylesine 'güçlü bir destek' hayati önemde bir fark yaratacak, Hartum destekleri tertipçilerle Darfurlu kurbanları arasına girecekti. Sorun ve sürpriz şu ki, tertipçiler bu gücün gelmesini istemiyor. Ve bunun 'uzlaşmaya' dayalı bir konuşlanma olması gerektiğini söylüyorlar. Yani gücün Darfur'a yollanması, bizzat dizginlenmesi gerekenin iznine tabi. Durum şuna benziyor: 73 numaralı evde korkunç bir suç işleniyor, polis bunu biliyor, fakat öylece durmak zorunda kalıyor, çünkü suçu işleyen polisin eve girmesine izin vermiyor. Sudan Devlet Başkanı Ömer el Beşir bu kadar kaba biri değil. Yeterli baskı yapıldığında uluslararası toplumun isteklerine 'evet' deme eğilimine giriyor; fakat dünya başkentlerinin dikkati başka yöne kayar kaymaz, 'hayır'ı yapıştırıveriyor. Beşir 'hayır' demeyi bir sanat haline getirmiş durumda: BM ve diğer görevlilerin mülteci kamplarına, kasabalara ve köylere girmesini sürekli olarak reddediyor. BM insan hakları müfettişleri, işlerini sınırda yapmak zorunda kaldı sözgelimi, çünkü Sudanlı yetkililer tam giriş vizesi vermedi. 'Müslüman karşıtlığı'yla ilgisiz Tony Blair'in Chicago'ya gidip liberal müdahalecilik bayrağını açtığı 1999'da işler böyle yürümezdi: Böyle kapatılan bir kapıya, Batı öncülüğündeki dünyanın geri kalanının tepkisi zorla içeri girmek olurdu. Fakat bu, Irak felaketinden, yani bir kuşağın Blair'ın kaslı insancıllık doktrinine güvenini yitirmesinden önceydi. Bu yüzden de şimdi kimse Hartum'a yönelik askeri harekâttan söz etmiyor, zira Beşir'in hükümeti İslamcı ve Batı'nın bu hükümete açacağı bir savaş, Blair ve Bush'un yaşanmadığında ısrar ettiği medeniyetler savaşının teyidi gibi görülebilir ve bu pek de hoş bir manzara olmaz. Batı'nın güttüğü kan davasının kurbanı olduğunu iddia etmek de Beşir'in işine gelir, fakat bu sahtekârlığın daniskası. Zira en başta Beşir'in Darfurlu kurbanları Müslüman. Fakat daha önemlisi, onu ve Cancavid milislerini dizginlemeye çalışan nefret edilesi Batı değil, Afrika Birliği. Saldırıya ve tacize uğrayan, Beşir'in genişlemesine karşı çıktığı Afrika gücü. Şu an Beşir'in itiraz ettiği melez BM gücü büyük oranda Afrikalı ve Asyalı askerlerden oluşacak ve çoğu Müslüman ülkelerden alınacak. Halihazırda seferber edilen ilk BM birliği Ruanda'dan sözgelimi. Sol neden susuyor? Fakat askeri güç tek baskı aracı değil. Londra dar bir çevreye yönelik yaptırımlar için bastırıyor. Bu çerçevede Sudan'daki yönetici seçkinlerin sahip olduğu şirketlerin ve lüks mal mülklerinin hedef alınması söz konusu. Bu plana destek verenler, uçuşa yasak bölge uygulaması ve sadece Darfur'u değil Sudan'ın tamamını içeren silah ambargosunun da eşlik etmesi halinde, Beşir'in geri adım atabileceğini söylüyor. Komşu Arap ülkelerinin de isyancı gruplara baskı yapması halinde, ateşkese ve korkunç şiddetin sona erdirilmesine varan bir süreç başlayabilir. Ancak bu kadarcık adım atmak bile uluslararası topluma fazla geliyor gibi görünüyor. Çin böyle bir plana imza atmaz, çünkü Sudan petrolüne güveniyor ve Hartum'a silah satıyor. Bazı Afrika ve Asya ülkeleri de Sudan'a haksızlık yapıldığını söyleyip duruyor.Belki daha da önemlisi, kamuoyundan pek az baskı gelmesi veya hiç gelmemesi. Bunun nedeni kısmen, sözgelimi Kosova'ya müdahale için haber bombardımanı eşliğinde yırtınan medyanın, Darfur konusunda sessiz kalması. Afrika'da bir halkın toplu katliama ve zulme uğratılması karşısında infiale kapılması beklenen sol da mesafesini koymuş durumda. Bunun nedeni, Darfur'a müdahaleyi savunanların anti-İslamcı bir amaç güttüğüne veya müdahalenin Irak tarzı bir işgale varabileceğine dair kuşkular olabilir. Dünyanın hiçbir şey yapmamasının nedenlerinden bazıları bunlar; belki başka nedenler de var. Fakat gerçek şu ki, dünyamız Darfur lekesini alnında taşıyor. Bu ay sonunda Avrupalı liderler, AB'yi yaratan anlaşmanın 50. yılını kutlamak için bir araya gelecek. Şık nutuklar atıp İkinci Dünya Savaşı dehşetiyle ilgili yegâne ahlaki tavrın 'bunun bir daha asla' yaşanmaması olduğundan dem vuracaklar. Bu kelimelerin ta Darfur'a kadar ulaştığını düşünün; kulağa nasıl da boş gelecektir. (14 Mart 2007)