1988-1992 yılları arasında ODTÜ'de işletme bölümü öğrencisiydim. Son senelerimizde çokça seçmeli dersimiz olurdu. Ben, genellikle Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden (nam-ı diğer mülkiyeden) gelen hocalarımızdan ders almaya çalışırdım. 
 
Zira ODTÜ eğitimi genellikle Amerikan odaklıydı ve ben, Türkiye'de ne olup bittiği konusunda yeteri kadar bilgilendirildiğimizden emin değildim. Hatta, bu mevzuda kendilerine sitem ettiğim Arman Kırım ve rahmetli Muhan Soysal hocalarımdan azar işitmiştim: "Ne yapacaksın Türkiye'yi? İşin en iyisini öğren yeter. Türkiye'ye doğruyu siz öğreteceksiniz!" Ancak, "Türkiye eşittir mülkiye" sloganı hâlâ etraftaydı ve dengeli bir eğitim için bu dünyayı bilmek gerekiyordu. Celal Göle ve Nami Çağan gibi mülkiyeli hocalarımız, sağ olsunlar, bu dünyayı tanımamıza önemli katkılar sağladılar.

Hiç unutmuyorum; bir gün kantinde bir grup arkadaşla vergi hukuku hocamız Nami Çağan'ın etrafını sarmıştık. Hocamız, bilge, hoşsohbet ve babacan bir insandı. Türkiye bürokrasisini ve dengelerini çok iyi biliyordu. Askeriyede derslere giriyordu. O zamanki Refah Partisi'nin kurmaylarından Abdüllatif Şener'in de mülkiyeden hocasıydı. Bu kadar "politik topografya" bilgisi, zaten hocayı sonradan DSP hükümetlerinde çalışma ve sosyal güvenlik bakanı yapacaktı. O zamanlarda ordu, Refah Partisi içerisindeki birtakım kişilerin radikal eylem ve söylemlerinden rahatsızdı. Hocamızın izlenimlerine göre, rahatsızlık bir yana, ordu içten içe kaynıyordu. Hatta, öğrencisi Şener'i, "gördüğüm atmosfer pek iyi değil" diye Meclis'te uyarmak ihtiyacı hissetmişti. Hocamız, ordunun bu koruyucu reflekslerini yasalara ve aldıkları eğitime göre doğal buluyordu. Zira, ona göre, "Her teğmen, bir Atatürk gibi yetiştirilir. Türkiye Cumhuriyeti'ni askerler kurmuştur. O yüzden kendilerini onun yegane sahibi sayarlar. Askerler, bu emanet konusunda çok kıskançtırlar!"

YA GÜDÜK KALACAK YA DEVLEŞECEK

Şu sıralar, New York Times yazarı Jason Goodwin'in "Lords of the Horizons/Ufukların Hakimleri" adında harika bir kitap okuyorum. Osmanlı tarihi hakkındaki bu 350 sayfalık analitik eseri, iki günde bir nefeste okudum. Yalnız kitabı okurken dört mevsimi bir anda yaşadım: İlk önce büyük bir tebessüm ve gurur, sonra derin bir sessizlik ve çöküntü. Bu aslında bir askerî tarihti. Üç perdelik bu oyunun baş aktörleri onlardı. Bu tarihî zaferler de hezimetler de onlara aitti. Nami hocayı tamamlamak gerek, sadece Türkiye Cumhuriyeti'ni değil, Osmanlı'yı da askerler kurmuştu. Kurulurken başında gaziler, yıkılırken paşalar vardı. Bu, bir asker devletiydi. Osmanlı'nın tüm fatihleri de, tüm bakanları (vüzera) da, Viyana'dan Sana'ya tüm valileri de birer askerdi. Teşbihte hata olmaz, Osmanlı, hanedan ve kapıkullarından (yeniçeriden) müteşekkil büyük bir aile şirketiydi. Halka açık değildi (bir vakit askerler halkın askeriyeye sızmaması için özel önlemler almıştı).

Ben meslek olarak işletmeci ve finansmancıyım. Olayları, bu bilimlerin terminolojisine dökünce daha iyi anlıyorum. Şirketler örgütlenme olarak ya kapalı şirketlerdir ya da halka açık. Aile şirketlerinin hisseleri piyasalarda işlem görmez; ortakları özeldir; hisseler ancak aile efradı ve dostları arasında el değiştirir. Halka açık şirketlerin ise binlerce, hatta milyonlarca ortağı vardır. Ekonomik ve siyasi gücün tek bir kişi veya küçük bir grupta (aile, asker, aristokrat) toplanmasının toplum üzerindeki etkileri tarih boyunca sorgulanmıştır. Bunun şirket yönetişimi (corporate governance) bakımından birtakım çağrışımları vardır. Ekonomik değer yaratma bakımından aile şirketleri mi yoksa halka açık şirketler mi daha iyi bir örgütlenmedir? Bu bir yerde, 'Bir ülkenin kıt kaynaklarını en iyi hangi örgütlenme biçimi idare eder?' sorusudur. Ya da, hangi ekonomiler daha hızlı ilerler; aile şirketlerinin mi, yoksa halka açık şirketlerin mi hakim olduğu? Harvard Üniversitesi'nin yaptığı son bir çalışma, bu sorulara bir miktar ışık tutmaktadır. Araştırmacılar, fakir ve zengin 30'a yakın ülkede faaliyet gösteren 10 en büyük şirketin yönetim yapısını incelemiştir. Bu çalışmaya göre, dünyadaki dev şirketlerin çoğu halka açık şirketlerdir. Ayrıca şirket örgütlenme biçimi zengin ve fakir ülkeleri birbirinden ayıran temel bir göstergedir. Zengin ülkeler halka açık şirketlerin, fakir ülkelerse aile şirketlerinin hakim olduğu ülkelerdir. Bir diğer bulgu da, halka açık şirketlerin ağaçta yetişmediği, iyi bir toprak istediğidir; halka açık şirketlerin hakim olduğu ülkeler güçlü bir hukuki ve mali altyapıya sahiptir.

Görünen o ki; Osmanlı, askerin elinde doğdu, askerin elinde öldü. Cumhuriyet, askerin elinde doğdu, şimdi büyüme çağında (Allah zevalini göstermesin). Şirket terminolojisinde bu iki devlet, kuruluş olarak halka açık olmayan bir aile (asker) şirketi hükmündedir. İlkinden alacağımız dersler, ikincisinin bekasına ışık tutacaktır. Küçük firmaların çoğu aile şirketidir. Büyümeleri için halka açılmaları gerekir. Her firma, bir girişimci tarafından kurulur. Bu öncü kişi, yeniliği seven, kendine güveni olan, riskten korkmayan bir zattır (mesela Bill Gates, Osman Gazi, Atatürk). Sermayeyi de kendisi koyduğu için işletmenin hem sahibi hem de müdürüdür. Şirketin büyümesi genellikle öz sermaye ile gerçekleştirilir; çünkü yeni ve bilinmeyen bir firma için dışarıdan fon bulmak çok zordur (bu aşamada yardım edenlere de zaten 'melek yatırımcı' denir). Birçok yeni firma ya nakit akımı ya da dış sermaye yetersizliğinden kapanır. İlk 5 yılda iflas eden şirketlerin oranı % 80'dir. Kritik yaşamsal eşiği atlatanlar da, seçecekleri stratejiye göre ya güdük kalırlar ya da devleşirler. Bu strateji, şirketi halka açıp açmamaktır. Kurucu ortağın yetenekleri ve sermayesi büyük bir şirket için yeterli olmayabilir. Belli bir aşamadan sonra profesyonellik gerekir. Aile şirketlerinin bekası tartışmalıdır. Kurucu babadan sonra gelecek veliahtlar yetersiz olabilir, aile üyeleri arasında kavgalar çıkabilir. Çinliler belki bu yüzden "servet üç nesli geçmez" derler. Tevekkeli değil, asırlık ve çokuluslu şirketlerin çoğu halka açık şirketlerdir. Bazı aile şirketleri gücü paylaşmak ve kontrolü kaybetmek istemezler. Bazıları bu kaygıyla ancak küçük bir yüzdeyi halka açarlar. Yatırımcılar zaten aile egemen şirketlere "azınlık ortak" olarak girmezler. Bu yüzden, rekabetin zor, piyasaların çok gelişkin olduğu ülkelerde aile şirketlerinin yaşam şansları çok sınırlıdır. Nitekim, koruma ve kollama altında oldukları, üçüncü dünya ülkelerinde yaygındırlar.

Zikredildiği gibi, askerler Osmanlı'yı ve Cumhuriyet'i birer aile şirketi gibi yönetmişlerdir. Ancak kritik zaman geldiğinde bu şirketleri ellerinden çıkarmadıkları, halka açmadıkları için, ilkini batırmışlar, ikincisini de tehdit ve tahdit etmektedirler (Osmanlı için belki de kritik eşik "askerî ağalar sultanlığı" dendiği 1623-1656 dönemiydi). Şu anki evrensel işletme ilkesine göre, "herkes her konuda en iyi olamaz; dolayısıyla herkes en iyi olduğu bir ana alanı bulmalı ve ona yoğunlaşmalıdır". Önceden belki askeriyenin devlet işleriyle bu kadar iç içe olması doğaldı. Eski devirler savaş ve kavga devirleriydi; yükselmek savaş meydanından geçiyordu. Halk, o kadar bilgili ve bilinçli değildi. Ancak zaman çok değişti, şu anki yarış kılıç değil kalem, savaş değil ekonomi üzerinden yapılıyor. Bu devir bir uzmanlaşma ve barış çağı. Büyük holdingler bu gerçeği tecrübeyle fark ettiler. Birçok sektörde "cirit atan" holdinglerin hem kâr hem borsa performanslarının çok düşük olduğu görüldü. Holdingler büyük bir hızla verimsiz şirketlerini ellerinden çıkardılar, ana çalışma alanlarına döndüler. Mesela General Electric, 500 tane şirketinden, piyasa lideri olmayanlarını satmış, bünyesinde sadece 30 şirket bırakmıştır.

BU MİLLETİN GÖZÜ AÇILMIŞTIR ARTIK

Ali Fuat Başgil hoca, "Siyaset kirli bir iştir, eve, mektebe, camiye ve askeriyeye sokmamak gerek." der. Siyaseti siyasilere bırakmak gerek. Asker, sahibi olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni 1950'de (dış güçlerin baskısıyla) kısmen halka arz etmiştir. Ancak bu yetersizdir. Türkiye'nin artık tamamen halka açılma zamanı gelmiştir. Bilimsel çalışmalar gösteriyor ki, bürokrat ve asker vesayetindeki yönetimler kötü performans göstermektedir. Halka açık ve profesyonel yöneticiler tarafından yönetilen şirketler ise nispeten başarılıdır. Bunun bir sebebi, iyi bir performans göstermeyen müdürün veya hükümetin işten el çektirilebilmesi, ama başarısız bürokrat ve askerin her halükarda işine devam etmesidir. Hiçbir gelişmiş ülke yoktur ki, askerleri kışlasında değil, devlet sarayında olsun. Türkiye, kuruluşunun 100. yılında muasır 10 medeniyet arasına girmek istemektedir. Bu hedefin gerektirdiği hızlı büyüme için tek yol halka açılmaktır. Şirket sahiplerinin en büyük kaygısı, profesyonel yöneticilerin çıkarlarını koruyup korumayacağıdır. O yüzden, halka açık şirketler, yatırımcıların ihtilaf anında haklarını koruyacak iyi bir anayasaya ve hukuk sistemi, doğru bilgi ve haber almalarını sağlayacak mekanizmalar gerektirir. Bu sistemin olgunlaşması için de müdahalelerin az olması gerekir.

36 Osmanlı padişahının 17'si askerî darbeyle devrilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti iki ihtilal, bir fizikî muhtıra, bir post-modern darbe ve bir e-muhtıra görmüştür. Bu, devlet babanın ufak bir hatada çocuğuna habire dayak atması ve azarlamasıdır. Böyle bir çocuk nasıl gelişir? Artık bu millet başının çaresine bakacak rüşte ulaşmıştır. Emaneti ehline bırakma zamanıdır. Herkes rahat olsun. Bu millet olgunlaşmış, gözü açılmıştır. Bu saatten sonra kimse bin yıllık direksiyonu başka bir yöne kıramaz. Eminim, vatanını canına tercih eden asil askerler de asli görevlerine dönmek istemektedir. Türk askerine Atatürk'ün telkinidir bu zaten. 31 Mart vakası sonucu başa geçen askerlerin devlet idaresinde zorlandığını bizzat gören Atatürk, İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin 1909'daki kongresinde askerin siyaseti Meclis'e bırakıp, derhal kışlasına dönmesini istemiştir: "Ordu mensupları cemiyet içinde kaldıkça millete dayanan bir parti kuramayız. Ordu ile cemiyeti ayıralım. Cemiyet tam manasıyla, bir parti halinde milletin bünyesinde kök salsın, ordu asli vazifesiyle uğraşsın. Bunun için cemiyetin muhtaç olduğu subayları veyahut cemiyette kalmak isteyen ordu mensuplarını, istifa suretiyle ordudan çıkaralım. Cemiyete mal edelim. Bundan sonra askerlerin herhangi bir partiye, siyasi bir teşekküle girmelerini önleyecek kanunu, müeyyideler koyalım". Bir asır sonra, Atatürk'ün vasiyeti oylanıyor. Evet, 12 Eylül bu milletin kendisini ve şanlı askerini azat edeceği gündür. Anlaşılan, güneş battığı yerden doğacak...


Kaynak: Zaman