Türkiye'de olup biten ve gelinen noktayı nasıl anlamalı? Ortada iki yorum var…

“İlk yorum”a göre kriz alabildiğine devam ediyor, hatta seçimler krizi daha derinleştirmiş bulunuyor. Gerginlik ve çatışmanın önünü almanın tek yolu AK Parti'nin sistemin taleplerine boyun eğmesi ya da geldiği yerden kendi iradesiyle geri çekilmesi…

Bu yorumu yapanlar adeta krizin peşinde koşar bir tavır sergiliyorlar.

Din, dindarlıkla ilgili ne varsa bulup, ortaya çıkarıyorlar.

Bunları, garip anket sonuçları, eşi tesettürlü milletvekili sayıları, asayiş haberleri, eski dosyalarla, manasız açıklama ve yazılarla asli meseleler kılıp, Türkiye'nin gündemi haline dönüştürüyorlar.

Ortalık, toplumun Kemalizm'e ihanet ettiğini, seçim sonuçlarının toplumun topyekün mürtecileşmesini gösterdiğini, bir sonraki askeri müdahalenin bu topluma karşı yapılması gerektiğini ima edenlerden geçilmiyor.

“Merkez medya”, birkaç yazarı dışında neredeyse tüm yazılarını, tüm haberlerini bu bakışa göre şekillendiriyor.

Hürriyet yöneticilerinin seçimlerden üç gün sonra Genelkurmay Başkanı'yla yaptığı 2,5 saatlik kapalı görüşmenin grup gazetelerinin yayın politikaları üzerinde ne denli etkili olduğu tüm çıplaklığıyla ortada…

“İkinci yorum”a göre Türkiye adım adım normalleşiyor, bildik krizleri aşmaya koşuyor. Yaşanalar ve gelinen nokta da bunu gösteriyor. Nitekim AK Parti'nin aldığı yüzde 47 oy, daha doğrusu seçmenin sağladığı devasa meşruiyet üzerinden toplum siyasi gelişmelere yön vermiş bulunuyor. Buna göre Abdullah Gül'ün Çankaya'ya çıkması bir dayatmanın değil, bir toplumsal irade ve uzlaşmanın göstergesi.

Yasemin Çongar önceki günkü yazısında mükemmel bir şekilde özetliyor bu bakışı:

“2001'de başlayan (…) reform sürecinin ilk aşamalarında, kararlar parlamentodan geçiyor ama toplum bunu sindirecek mi sorusu (…) vardı. Bugün artık soru böyle sorulmuyor. Merak edilen, AKP'nin yeni dönemde, toplumdaki değişimi layıkıyla taşıyıp taşıyamayacağı... Sorulan, toplumun reform isteyip istemediği değil, Meclis'in bunun gereğini ne ölçüde yapacağı, bürokrasinin buna nasıl uyum göstereceği...

Şu söylenebilir:

Türkiye'ye bakanlar, toplumun gerisinde bir devlet, tabanı değişirken tepesi değişime direnen bir ülke görüyorlar. 27 Nisan ve 22 Temmuz bu görüntüyü billurlaştırdı; toplumun nabzı ile devletçi çizgi arasındaki farkı yansıttı. (…) Ulusalcılığın toplumun tümüne değil, devletçi kesime hakim olduğunu gösterdi. Bu kesimin siyasetteki uzantılarına fazla teveccüh etmeyen, onların aksine, gözünü 1920'lere değil 2020'lere dikmiş bir toplum profili çizdi…”

İşte size iki yorum…

İlk yorumun sahipleri toplumun kendilerine ve kimi ilkelere ihanet ettiği düşünüyor.

İkinci yorumun taraftarları ise devlet güdümünde bir merkezin topluma ve toplumun taleplerine meydan okuduğu kanaatinde…

Yorumlardaki zıtlık son derece doğal…

Doğal zira her iki yorum da hem bir gerçekliğe, hem bir temenniye hem politik bir duruşa tekabül ediyor.

Doğal zira Türkiye'yi her iki uca da çekmeniz mümkündür…

Doğal zira ortada bir mesele, bir hesaplaşma, bir mücadele bulunmaktadır…

“Türkiye'deki demokrasi anlayışını bir ayrıcalıklar sistemi olarak algılayan çağdaş görünümlü otoriter bir zihniyet ve ödevler düzeni”yle, “değişimi, toplumsal bütünleşmeyi, haklar düzenini talep eden demokrat bir anlayış” arasındaki hesaplaşmadır bu.

Kimse kimseyi ikna etmeye çalışmasın…

Kozlar ortadadır…

Tarafların niyetleri bellidir…

Türkiye büyük hesaplaşma hattında yol almaktadır ve alacaktır.

Bu hattın sonunda şöyle ya da böyle, şu ya da bu zamanda toplumun galebe çalması ve ferahlık vardır… Türkiye demokrasiye doğru yol alıyor ve alacaktır…


Kaynak: Yeni Şafak