Küresel düzeyde seyreden ekonomik krizi doğru teşhis etmenin yolu, batı dünyası tarafından formüle edilen iktisadın modern tanımında ve algısında yatmaktadır. Modern iktisadın kimi zaman teorik kimi zaman zımnen üzerinde görüş birliğine varılan tanımını şu şekilde ifade etmek mümkün: İktisat insanın sınırsız ihtiyaçlarıyla tabiatın sınırlı kaynakları arasında denge kurma bilimidir. Bu tanımda temel alınıp kendisine yönelinen gaye, dengedir. Arapça bir kelime olan iktisatın anlamı da orta yol, denge noktasıdır. İmam Gazali’nin Ehl-i Sünnet’in inanç esaslarını belirlemeye çalıştığı meşhur kitabına “El İktisat fi’l-i’tikad” ismini koyması boşuna değildir. Gazali, “iktisad” kelimesini orta yol, itidal, denge manasında kullanmıştır.
Ancak bu, modern batının aynı kelimeyi aynı anlamda kullandığı anlamına gelmiyor. Her ne kadar yönelinen gaye “denge” ise de, aralarında dengeli irtibat kurulmak istenen ana unsurlar arasında muazzam bir paradoks ve mahiyet farkı var: Sınırlı tabiat kaynakları ve sınırsız insan ihtiyaçları.
İlk yapmamız gereken itiraz, önermelerin yanlış kurulmasına yönelik olmalıdır: İnsanın ihtiyaçları sınırlıdır, sınırsız olan insan arzularıdır. Modern iktisat, “ihtiyaç” kavramı yerine “arzuları” ikame etmekte, arkasından arzularını tahrik edip kışkırtmaktadır. Tabiatın maddi kaynakları ise buna yetmemektedir. Maddi kaynaklar yetmediği gibi adil bir şekilde paylaşılmamaktadır. Bu kendi içinde büyük bir çatışma potansiyeli taşımaktadır. O halde iktisadın bizatihi kendisini sorgulamamız gerekmektedir.
Şu soru önemlidir: Bilim arzularla kaynaklar arasında mı, yoksa ihtiyaçlarla kaynaklar arasında mı denge kurmalıdır? Elbette dengenin hedefi, “maddi kaynaklar” ile “ihtiyaçlar” arasında olmalıdır. Çünkü arzular sınırsız, ihtiyaçlar (haciyat) ise sınırlıdır.
Bizi yanılgıya götüren ikinci nokta, BM’nin Brezilya’da toplanan küresel zirvede “sürdürülebilir kalkınma”dan söz etmesiydi. Genellikle kalkınma ideolojisinin, dünyayı fiziki sınırlarına getirdiği kabul edilir. Denetimsiz ve limitsiz kalkınma mümkün değildir, gelip fiziksel sınırları (çevre ve ekolojik dengenin tahribi) zorlamaktadır. Bu durumda “sürdürülebilir kalkınma” yolunu tutmak gerekir, diye düşünülmektedir.
Belirtmek gerekir ki, “sürdürülebilir kalkınma”, kontrolsüz kalkınmaya giydirilmiş gözalıcı bir kılıftır. Kalkınmanın bizatihi kendisini sorgulamadan “denetimsiz veya sürdürülebilir” olanı hakkında doğru bir fikre sahip olunamaz. Kalkınma bir ideolojidir ve politikadır. Liberal iktisatçıların iddia ettiği gibi teknik ve ekonomik bir olay ve süreç değildir.
Deneysel olarak ortaya çıkan hakikat bize şunu telkin etmektedir: Kalkınma ideolojisi ne mümkündür ne de sahicidir. Mesela 302 milyon nüfusa sahip ABD’de trafikte seyrüsefer halinde, 500 milyonun üstünde motorlu taşıt bulunmaktadır. Çin bir milyar üç yüz milyon, Hindistan da bir milyar nüfusa sahip olduğunu düşünelim. Kişi başına –ABD’de olduğu gibi- her birinin iki araba kullansın, 2 milyar 600 milyon araba eder. Buna şimdilerde kalkınmakta olan Kore, Brezilya, Endonezya’yı ve diğer ülkeleri de katalım. Böylesine kalkınmış bir dünyada yeryüzündeki canlı hayat bir haftada stop eder. Ama biz Çinlileri vs. Amerikalılar ya da Almanlar gibi araba kullanmaktan vazgeçiremeyiz. Çünkü onlar da Amerikalılar gibi araba kullanma “hakkı”na sahiptirler. Çin şu anda iktisadi hayata aktif olarak müdahil olmuştur, hızlı bir büyüme gösteriyor; fakat Çinliler tüketmiyor. Sadece üretip satıyorlar. Günün birinde onlar da tüketiciler olarak sahneye çıktıklarında gezegenin içine düşeceği durumu şimdiden düşünebiliriz. Ve bu kalkınma ile elde edilen maddi zenginlik ve refah, Batı toplumlarına nasıl sahici bir mutluluk, sükun ve huzur kazandırmışsa, diğerlerine de aynısını kazandıracak, daha doğrusu onlara kaybettirecektir.
Bu büyüme modeli
1) Artık tahammül sınırlarını aşan eşitsizliklere yol açmaktadır. Ülkeler, bölgeler ve sınıflar arasında derin eşitsizliklere yol açmakta,
2) Ekolojik dengeyi derinden sarsmakta, çevreyi yaşanamaz hale getirmekte,
3) Her geçen gün daha büyük sosyal çalkantılara, iç savaşlara, çatışmalara ve yoksullaşmaya sebep olmaktadır.
Bugün dünya nüfusunun yüzde 17’si dünya nüfusunun yüzde 80’nini kontrol etmektedir. Bunun da kısmi azamisini nüfusun yüzde 2’lik küçücük zümresi teşkil etmektedir. Yakın gelecekte, dünya nüfusunda her 10 insandan sadece biri refah içinde yaşayabilecektir.