Pek çok Batılı, yanlış algılamalardan ötürü Türkiye'de sansürün İslam'dan kaynaklandığını zannediyor. Fakat 1923'ten beri ifade özgürlüğüne en çok karışanlar ordu ve bürokrasi oldu. Batı'daki yanlış algı, örneğin YouTube yasağının doğru bağlamında anlaşılmasını zorlaştırdı

Türkiye'nin onur konuğu olduğu Frankfurt Kitap Fuarı'nda, Orhan Pamuk açılış konuşmasını dünyayı Türkiye'de yüzlerce yazara hâlâ dava açıldığı gerçeği konusunda uyarmak için kullandı. Türk ceza yasasındaki çok sayıda madde Türklüğü, Atatürk'ün hatırasını ve orduyu aşağılamayı suç sayıyor. Pamuk bu durumun sonuçları üzerine şöyle hayıflandı: "Son yüzyılda kitapları yasaklamak, yakmak, yazarları öldürmek, hapse atmak, onları vatan haini ilan edip sürgüne yollamak, basında hep bir ağızdan yazarları aşağılamak Türk kültürünü zenginleştirmedi, tam tersi fakirleştirdi."
Pamuk'un sözleri ABD ve Avrupa basınında epey geniş yer buldu. En dikkat çeken şey, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün seyirciler arasında bulunmasıydı; bazıları da, kendi konuşmasını yapmak için kürsüye geldiğinde Gül'ün, Pamuk'un da üç yıl önce Türklüğü aşağılamaktan yargılandığı meşum 301. maddeye hiç değinmemesine dikkat çekti. Ayrıca birçok kişi, Pamuk'un konuşmasında sözünü ettiği bir şeye şaşırdığını ifade etti: Türkiye'de yaşayanların YouTube'a erişiminin olmaması. Oysa YouTube'la ilgili sorunlar bir yıldan uzun süre önce başladı. İlgili haberlerin neredeyse tümü, Türkiye'deki sansürün iyiye değil, kötüye gittiğini ima eder şekilde yazılmıştı. Hikâye bundan daha fazlasını içeriyor ve çok daha da ilginç.

Demokratik tartışma var ama...
Fakat bunlara girmeden önce, bazı gerçekler işimize yarayabilir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, Türkiye acımasız sansür yasalarına sahip oldu. İlk ceza yasası, Mussolini'ninkini örnek alıyordu. Bu yasa 2005'te, görünürde Türkiye'yi Avrupa'nın sosyal demokrat normlarına yakınlaştırmak amacıyla değiştirildi. Fakat hepimizin artık bildiği gibi, yeni yasa da devleti, resmi tarihini ve ideolojisini eleştirilerden korumak için alışılmadık alanlara giriyor. Ancak Türkiye'nin ceza yasaları demokratik tartışmaları hiçbir zaman tümüyle bastırmadı. Bunun kanıtı, ifade özgürlüğü haklarını açıkça kullanmalarının ardından söylediklerinden dolayı haklarında dava açılan ve zulüm gören Türk akademisyenler, gazeteciler, yazarlar, siyasetçiler ve insan hakları eylemcilerinden oluşan listede bulunabilir. Pamuk da Frankfurt konuşmasında bu eski gelenekten söz ediyordu. Türkiye ve sansürle ilgili neredeyse hiçbir Batılı anlatımda bu duruma değinilmiyor.

Önemli sansür haberi Başbuğ
Bu noktada, bana göre Türkiye'de gördüklerimiz kadar ciddi olan başka bir soruna geliyoruz: Türkiye'nin Batı medyasında ele alınış biçiminin kötülüğü. Bu durum gazetecilerin veya editörlerin hatası değil; ABD ve Avrupa'da olduğu gibi Britanya'da da, hikâyeyi anlayan ve bildiklerini aktarmak için her türlü fırsatı kullanan pek çok kişi var. Sorun daha büyük ve sınırları belirsiz; ve, Türkiye'nin sadece medya ve iktidar merkezlerinde değil, aynı zamanda kamuoyunda nasıl algılandığıyla da ilgili. Batı'daki pek çok kişi, (Türkiye nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ve şu an İslamcı bir parti tarafından yönetilen bir ülke olduğu için) sansürün çoğunlukla, Müslüman bir gündemi ilerletmeye hizmet ettiğini varsayıyor. Ve evet, bazen öyle oluyor -örneğin bu hafta dindar bir muhafazakâr, kendisinin yaratılışçı hassasiyetlerini rahatsız ettiği için önemli bir gazetenin internet sitesini kapattırma girişiminde başarılı oldu. Ama bu haftaki daha önemli sansür haberi önde gelen bir gazetenin veya YouTube'un engellenmesi değildi. Daha önemli sansür hikâyesi, General Başbuğ'un yeni ve çığır açan Taraf gazetesinde yayımlanıp, Türk ordusunun 14 kişinin ölümüne yol açan PKK baskınını önceden bildiğini iddia eden bir haberin sorumlularına yönelttiği açık tehditlerle ilgiliydi. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ifade özgürlüğüne en etkili şekilde karışanlar, Türkiye'nin ordusu ve çok güçlü devlet bürokrasisi (yani, laikliğin büyük savunucuları) oldu. Ve Pamuk'un da söylediği gibi, ülkenin sansür yasaları uyarınca bugün bile yüzlerce yazara dava açılıyor.
Bu yazarlar hakkında bir şey duymuyoruz çünkü Batı'da tanınmış kişiler değiller. Türkiye'deki en karizmatik demokrasi savunucusu olan Hrant Dink bile, haberlere mümkün olan en kötü şekilde konu olana dek Batı'da tanınmıyordu. 2007'de suikasta uğradı ve cenazesine yaklaşık 100 bin kişi katıldı. Bu olay dünyanın her yerinde haber oldu. Katillerinin davası sürüyor; bu kişilerin devlet içindeki güçlü seçkinlerle bağlantılandırılmasına ve dolayısıyla Türk basınında geniş yer bulmasına rağmen, dava Türkiye dışında fazla ilgi çekmedi. Keza Türkiye'de pek çok kişinin 'yüzyılın davası' diye nitelediği, bugün (dün) başlayan dava da öyle.
Ergenekon davasından söz ediyorum: 'Devlet destekli bir terör örgütü'
olduğu söylenen örgütün 86 üyesi, Türkiye'yi kendilerinin aşırı milliyetçi, otoriter, sansür uygulayan ve sürekli kusur bulan laiklik versiyonuna döndürmek için hükümeti devirmeye çalışmakla suçlanıyor. Aralarında, (ordunun Kürt ayrılıkçılarla 1990'larda yaşadığı uzun mücadeleler sırasında güneydoğuda gerilla karşıtı faaliyetler yürütenler de dahil) en önde gelen generallerin yanı sıra, ileri gelen emniyet müdürleri, köşe yazarları, akademisyenler ve Orhan Pamuk, Hrant Dink ve demokratik değişimin pek çok savunucusuna dava açan avukat Kemal Kerinçsiz de bulunuyor.

Yazarların gözü Ergenekon'da
'Ergenekon 86'lısı' son 12 yılda meydana gelen neredeyse her 'derin devlet' skandalıyla ilişkilendirildi; ocaktaki ilk tutuklama baskınından bu yana, bu kişiler aynı zamanda laik yapıyla güçlü bağlantıları bulunan medya kuruluşları tarafından da ateşli bir biçimde savunuldu. Bu kuruluşlar da, davanın iktidardaki İslamcı partinin bir icadı olduğunu iddia ediyor. Fakat duruşmalar ilerledikçe bu iddiayı dillendirmek zorlaşabilir: Laik yapının
en üst düzey üyelerinin bazıları aleyhinde ciddi kanıtlar içeren iddianame 2 bin 500 sayfa uzunluğunda.
Gerçeğe yönelik arayış, dava ilerledikçe Ergenekon'un en başta kurulmasına yol açan aynı siyasi mücadeleler nedeniyle karmaşıklaşacaktır. Sonuç ne olursa olsun, Türkiye'nin yazarlarının ve akademisyenlerinin gelecekte ne kadar özgür olmayı umabileceklerini
belirleyecek. Ergenekon'un gizli faaliyetleri de her ne olursa olsun, tanınan
üyeleri yazarlara onyıllardır dava açıyor ve zulmediyordu. Şimdi yargı önüne
çıkma sırası onlara geldi. Ne söyleyeceklerini duymayı beklerken,
belki biz de kendi evimizi düzene sokabiliriz. Çünkü sansürün iki biçimi vardır. Biri kötücül, aktif, Türkiye'de YouTube'un engellenmesi gibi rezilliklerle sonuçlanan sansür; fakat aynı zamanda pasif, YouTube'un engellenmesinin dış dünya tarafından doğru bağlamında anlaşılmasını böylesine zorlaştıran bir sansür türü de söz konusu.

 

Kaynak: Radikal