Bu yazıyı Fransa'nın Strasbourg kentinden yazıyorum; internet üzerinden Türk basınını izlediğim kadarıyla da Türkiye'nin kalbi bu günlerde Ankara, İstanbul ya da Diyarbakır'da değil buralarda atıyor.
Bu akşam Basel'de Almanya ile yarı final maçı oynuyoruz, Basel Strasbourg'a bir saatlik bir mesafede; bu yazı yayınlandığında Türkiye sonucu öğrenmiş olacak.
Yarın (26 Haziran) yani bu yazı Zaman gazetesi Yorum sahifesinde yayınlandığı gün ise saat 15.00'te Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin gündeminde Türkiye var; bu konu da, basından izleyebildiğim kadarıyla, Almanya maçının hemen arkasından ikinci önemli konu olarak ülkemizin gündeminde.
Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği'nden tamamen ayrı bir konu ve biz de en başından beri, 1950'lerin başından bu yana Avrupa Konseyi üyesi bir devletiz, üstelik bu kurumun kurucu üyesiyiz.
Avrupa Konseyi dendiğinde de ilk akla gelen konu, bu kurumun bünyesinde oluşturulmuş Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türkiye de bu sözleşmeye taraf.
Üstelik sadece taraf olmakla kalmıyoruz, 2004 senesinde Anayasa'nın 90. maddesinde yapılan değişiklikle temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmeler (TBMM'de usulünce kabulüyle), mesela Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) bizim kanunlarımızın üzerinde bir statüye sahip.
Yeri gelmiş iken bir kez daha hatırlatmakta fayda var, 2003-2005 arası Türkiye'nin, TBMM'nin ve AKP'nin gerçekleştirdiği demokratik reformlar arasında bu değişikliğin yani temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası düzenlemelerin kanunlarımızın üzerinde addedilmesinin özel ve olumlu bir yeri var; şunu ispat etmek olanaksız ama şayet AKP 2003-2005 demokratikleşme ve AB reformları sürecini 2007 Temmuz'undan sonra daha da hızlanarak sürdürse idi bugün mevcut kapanma davasının gündemde olma ihtimali çok az olurdu. Bu hızlanan reform sürecinde benzer bir kapatma davası açmaya hazır kesim yine orada olur idi ama buna tevessül edecek cesaret ve ortamları asla olmazdı diye düşünüyorum.
Avrupa Konseyi, AİHS ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ağırlıklı olarak insan hakları konularına odaklı kurum ve kuruluşlar; 1980 askerî cuntasıyla beraber Türkiye, Avrupa Konseyi'nden atılmıyor ama insan hakları konusunda yani altında imzamız olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri doğrultusunda gözetim-denetim altına alınıyor ve bu durum maalesef 1983 seçimleri sonrası da değişmiyor.
Burada üzerinde durmak istediğim konu Türkiye'nin 1980-2004 arası Avrupa Konseyi'nin insan hakları ihlalleri nedeniyle gözetim altında olmasının başlı başına bir utanç konusu olduğu ve bizim sözde ulusalcıların bu ve benzeri konulara, ulusal onur adına pek önem vermediği; bir AB yöneticisinin ülkemize gelip bir konuda bizim (biz derken bazılarının) hoşumuza gitmeyen bir ifade kullanması sözde ulusalcılarımızı çok tedirgin ediyor ama 2004 senesine kadar bizim de kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi'nin gözetimi altında oluşumuzun bu insanları rahatsız etmemesi doğrusu çok manidar.
Yukarıda da değindiğim gibi Türkiye, TBMM ve AKP, 2003-2005 arası tarihî dönüşümlere imza atıyorlar ve bu sayede de Türkiye, 2004 senesinde bu ayıptan kurtuluyor ve Avrupa Konseyi ile ilişkiler bir anlamda normale dönüyor.
2005 sonrası ise bizlerin anlamakta ve yorumlamakta zorlandığımız bir dizi nedenden Türkiye'nin, TBMM'nin ve AKP'nin reform ve demokratikleşme açılımlarında bir yavaşlama hatta durma gözlemleniyor; bu durum ve pozisyon alışın bir dizi siyasi ve dıştan, mesela Fransa ya da Almanya'dan, kaynaklanan nedenleri olabilir ama bu nedenler nereden kaynaklanır ise kaynaklansın bizim içimizde yarattığı sonuçlar pek parlak değil.
Reform sürecinin yavaşlamasıyla zaten bu süreçten çok tedirgin olan bazı kesimler gizlendikleri siperlerden çıkıyorlar ve gücü azımsanmayacak bir karşı taarruza geçiyorlar; şunu bence herkesin ve özellikle de AKP'nin iyi görmesi gerekiyor, bu karşı taarruzun temel nedeni bu sözde ulusalcı cephenin gücü değil, tabiatın boşluk kaldırmaması yani reform sürecinin anlaşılmaz nedenlerden askıya alınmış olması.
Reform sürecinin yavaşlamasıyla beraber 27 Nisan muhtırası, 367 olayı, parti kapatma davası arka arkaya gelmeye başlıyor ve tüm bunların bir uzantısı olarak da Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nde sevimsiz bir oturum sevimsiz bir gündemle gerçekleşiyor.
Bu oturum hakkında da basında çıkan haberler ve yorumlar doğrusu çok ilginç; şunu bir kez daha hatırlatmak gerekiyor, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Türkiye'ye olumlu ya da olumsuz baktığı iddia edilebilecek bir kurum değil, AKPM önüne gelen kaynaklar ve haberlere göre AİHS doğrultusunda tavır alabiliyor.
CHP ve diğer devletlü kesimin meseleye diplomatik açıdan yani sanki AKPM'nin önüne gelen konu bir uluslararası meseleymiş gibi bakması doğrusu çok trajik; yarın (27 Haziran) AKPM'de görüşülecek konu tamamen, evet tamamen Türkiye'nin bir iç meselesi ama Avrupa Konseyi'nin müdahale hakkının bulunduğu bir iç mesele, zira biz AİHS'nin tarafıyız; aslında sözde ulusalcı cephenin söylemek istediği ama henüz cesaret edemediği konu Türkiye'nin bu tür temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası ve bağlayıcılığı olan sözleşmelerden geri adım atması. Bugün için bunu kolayca dillendiremiyorlar ama en azından ben kendi payıma uygun bir ortam ve zemin beklediklerine eminim.
AKPM'nin önüne gelen konular, yukarıda değindiğim gibi asla bir uluslararası mesele niteliği taşımıyor ve tümüyle bizim iç meselemiz ama Avrupa Konseyi denetimine açık bir iç meselemiz; bu meseleleri de bizim kendi demokratikleşme süreçlerimizle geride bırakmamız lazım, şayet bu işi yapmada yani bu sorunları aşmada sıkıntılarımız varsa devreye üyesi ve kurucusu olduğumuz Avrupa Konseyi gibi kurumların girmesine de çok şaşmamak, kızmamak hatta belki de sevinmek lazım.
Kaynak: Zaman