Muhsin Yazıcıoğlu ve beş kişinin bir helikopter kazası sonucu hayatını kaybetmesi Türkiye gündemini bir anda alt-üst etti. Olayın ihmal boyutu, suikastla ilgisi, çeşitli yönlerden irdeleniyor.

Kazanın öğrenilmesiyle birlikte Muhsin Yazıcıoğlu'nun kişiliği, geçmişi üzerinde pek çok konuşmalar, yorumlar yapıldı. Tahminleri aşan bir sevginin varlığı ortaya çıktı. Bu durum üzerinde durmanın, geride kalanlar için önemli olduğunu düşünüyorum.

Öncelikle Yazıcıoğlu sıradan bir parti başkanı değildi. O bir liderdi. Başkanlık çeşitli çalışmalarla elde edilebilecek bir sıfat olmakla birlikte; liderlik doğuştan özellikler ister. O daha kendinin farkına varmakla sorumluluk sahibi olmuş ve büyüklere dahi yol göstermiş, önderlik yaparak kendi yolunu açmış.

12 Eylül darbesiyle birlikte hapis yattığını biliyorduk. Ancak bir yıldan fazla olabileceğini düşünemiyordum. Beş yılı hücrede, yedi buçuk yıl bir süre hapis yattığını öğrenince tarif edilemez bir rahatsızlık duydum. Empati yapamaz oldum.

Bir insanın hayatından yedi buçuk yıl çalmanın izahını yapamıyorum. Üstelik işkence ve kötü muamelenin haddi hesabı kayda sığmaz. Bunu yapan aygıta devlet diyoruz. Suçsuz yere bu zulmü işleyen devlet dediğimiz şey, bir mühür ve dört duvardan mı oluşuyor? Bu haksızlığın hesabını kim verecek? Üstelik bu tek olayda değil. Kendini devlet gören rical "yargılanmazlık" zırhını bizim aymazlığımız sayesinde giymiyor mu? Dayanılası bir durum değil bu hal.

İnsanın "Yaşasın ahret!" diyesi geliyor.

Eğer hesap günü olmasa, zulüm, edenin yanına kâr kalacak. Böylesi durumlarda ateistleri düşünüyorum. Onlar nasıl bir izahla bu durumu değerlendiriyorlar?

Muhsin Yazıcıoğlu'yla bir-kaç defa yakından görüşmemiz oldu. Şiiri sevdiğini biliyordum. Şiir kitabımı vermiştim. Herkesin üzerinde ittifak ettiği gibi, tam bir Anadolu çocuğu. Hasbi, harbi, merhametli, yiğit.

Çok insan vardır merhametlidir, cesareti bulunmadığı için onu etkin kullanamaz. Kimileri de vardır, cesurdur ancak merhamet boyutu eksik olduğundan yaptıkları maceradan ibaret kalır. Yazıcıoğlu cesaret ve merhameti bir arada taşıma başarısını dürüstçe ve doğru bir güzergâhta kullandı.

Gençlikte başlayan mücadelesi ve Milliyetçi Hareket Partisi ( o zamanki adıyla Milliyetçi Çalışma Partisi ) çizgisinin ona yetmemesi üzerinde durmaya değer.

Çabası ve Allah'ın ona bir yardımı olarak, bu serüvende yerini arkadaşlarıyla birlikte "Kitap" merkezli bir yapıya kavuşturduğunu söyleyebiliriz. Ayrılmayı da yine şahsiyetli bir biçimde gerçekleştirmesi, üstelik hareketliliği yüksek bir cami içinde bunu başarması kolay bir olay değildi.

Yetmişli yıllardan beri onu izlemekte birlikte, 28 Şubat sürecindeki ilkeli duruşu onu farklı bir yere koymama vesile olmuştu. O günlerde her gün yeni bir entrikanın kapılarının açıldığı, vekil pazarında korkudan ve menfaatten iğrençliklerin yaşandığı bir dönemde o ilkelerinden zerre kadar ayrılmadı. Müslümanların aleyhine olacak bir yaklaşıma prim vermek şöyle dursun, yanına bile yaklaştırmadı.

Muhsin Başkan'ın en büyük açılımı işte bu gönülleri fetheden dik duruşu, düz yürüyüşüydü. Hafızamızı biraz zorlasak "Türkiye İran olacak. Türkiye Cezayir olacak" diye yaygara yapan bugün dosyalara sığmayan "iddia" sahiplerine karşı şöyle diyordu: "Türkiye - Suriye de olmayacak; buna müsaade etmeyeceğiz."

Yazıcıoğlu'na çeşitli teklifler, yapıldığı malum. Bu anlamda gücünün ve sahip olduğu malumatın meclisteki vekilleri sayısıyla orantılı olmadığı da herkesin malumu. Buna rağmen o, millete karşı hiçbir entrikayı meşru görmedi. Belki entelektüel geniş bir ufku yoktu; ancak, sezgileriyle ve Türkiye'nin geçirmiş olduğu serüvenden çıkarmış olduğu derslerle duruş ve yürüyüşünü sahih bir evrilme ile sürdürüyor, her şeyin kirlendiği bir dönemde ak bir alınla kozasını örüyordu.

Politik hırsı yoktu. Daha doğrusu siyasettin normları ve seviyesi Yazıcıoğlu'nu anlamlı gelmiyordu. Siyasetin ahlakını da beraberinde getirirse, bir anlam dünyası inşa edebileceğinin farkındaydı. Sunileşmeye, popileteye yönelse, belli dönemlerde iktidardan nasiplenmesi, sayılar üzerinden derece yapması hiç zor değildi. Fakat o sözleriyle kendi bağlayan bir lider olmayı seçti. Siyaseti ölüm bilinciyle yaptı. Siyasete hesap gününü ve her anın değerlendirilmesini dâhil etti. Zamanı gelir millet bile bile kandırılmayı ister. Siyasetçiye "sen de yap" diyerek akrobasi ihsas eder. Muhsin Başkan böylesi tutumların farkındaydı.

Zengin bir gönül ikliminde, Yaratıcı ile kurduğu ilişkiyi şiirleri üzerinden okumaya durduğumuzda, Yazıcıoğlu'nun metafizik dünyasıyla karşılarız.

Sonsuzluğun sahibine kanat açan Yazıcıoğlu'nun aslında, "gerçek"le mücadele ederken "hakikat"i kaçırmamaya azami dikkat ettiğine şahid oluyoruz. Bir çeşme başına uzanmak isteği, Necip Fazıl'ın "Sonsuzluk kervanı peşinizde ben" diye süre giden şiirini anımsatan tasavvufi vurgulara sahip. Aynı halleri Müslüman liderlerin hemen hepsinde görmek mümkün. Fatih Sultan Mehmet örneğinde olduğu gibi. İç denetim olmadan yapılan yönetimin hataya çok daha yakın olduğu bilinir bir durumdur.

Millet Yazıcıoğlu en geniş açılımıyla 28 Şubat sonrası bağrına bastı. Ancak klasik siyasetçi olarak onu oy'la ödüllendirmekten nedense geri durdu. Sanki onu kirlenmekten korumak ister gibi bir tutumda olmaları yanında, Muhsin Bey'in ilkesiz siyasete asılmamasını da eklemek mümkündür. Öte yandan herkes onu biraz politika ötesi kabul etti. Bir kanaat önderi misyonu yüklemek ister gibi yaklaştılar Yazıcıoğlu'na.

Her zor durumda ona koşup görüş aldılar. Cesaret isteyen konularda konuşacak birkaç kişiden biriydi. İyi günlerde, geniş zamanlarda düşünülmemesi kültürümüzde varolan "bizimki" yaklaşımına bir örnek teşkil eder. Açıkça söylenebilir ki, AK Parti tabanı, Saadet Partisi tabanı onu kendilerinden biri olarak görüyor ve tarihin onu öne çıkardığında ona destek olmada imtina edilmeyeceğinin işaretlerini vermekteydiler.

Görünür iktidar adımları olmadan, bugünkü şartlarda bir partiyi yönetmek oldukça zordur. Yazıcıoğlu'nun başarısı da buradadır. Ölüm varsa, can emanetse, hesap günü kaçınılmazsa "fırıldak olmanın anlamı var mı?" Bu söylem hikmet sahibi bir alim üslubudur.

Arkadaşlarını iktidara yönlendirip, ne pahasına olursa olsun başarı demiyor. Önce adam olmayı, Müslüman şahsiyet olarak, helal bir mücadele öneriyor. Hilesiz hurdasız, saf bir yürekle, hak edilmiş bir başarı için zamanı kamçılamıyordu. Arkadaşlarını donanımsız koşulara çıkarmıyordu. Rakiplerine insan değeri vermeyi söyleminin bir gereği görüyordu.

O'nun sesinde Anadolu'nun tınısını kalplerin testiyle anlamak mümkündü. Bütün annelerin çocuğuydu o. Milletin partiler üstü sevdiği liderler vardır. T.Özal, R. Tayyip Erdoğan ve Muhsin Yazıcıoğlu… Bunların ortak özelliği, halka yaklaşım sorunları olmamalarıdır. Çünkü samimiyetleri farklı bir özelliğe ihtiyaç hissettirmez. Çünkü onlar bütün annelerin çocuğudur. Buğulu ses tonları, yumuşak kalpleri ve merhametle işe koyulmaları onları açılan ellerin dualarına ortak yapmaktadır.

Allah (c.c) Rahmet etsin.