Mısır ve Tunuslu gençlerin protestolardan ötürü kaybedecekleri (hayatları) ve kazanacakları (demokrasi ve adalet) vardı. Britanyalı gençlerinse kaybedeceği veya kazanacağı pek bir şey yok.

Pazar öğleden sonra ‘kuzeydeki bütün kardeşleri’, 16.00’da Enfield istasyonundaki yürüyüşe davet eden bir mesaj, telefondan telefona yayıldı. “Sizi engellemeye çalışırlarsa karşı koyun, direnin ve yakıp yıkın, her şeyi yağmalayın” diye yazıyordu, bir topluluk liderinin bana ve aynı zamanda polise de gönderdiği mesajda.

Ardından salı günü Twitter’da kendiliğinden oluşan çok sayıda temizlik grubu randevulaşmaya başladı; birbirlerine ‘yanlarında eldivenler, torbalar, süpürgeler ve fırçalar getirmelerini’ hatırlatıyorlardı. Velhasıl ayaklanmaların toplumsal sonucu bu. Gençler (biraderler), kendi nüfuz alanı savaşlarını ilan edip bir araya geliyorlar; ve onlara daha önce tepeden bakan orta sınıflar, birdenbire ‘Toplumun Geneli’ haline geliyorlar.

Meseleye basit tarafından bakmak mümkün (haftanın tweet’i pazartesi akşamından: “Primrose Hill’de her şey sakin, ancak pastanenin dışında birbirine ‘cık cık cık’ yapan iki refleksolog gördüm”). Fakat bir an için derinlere baktığımızda, bunun gibi bir sarsılma 2011 Londra’sıyla ilgili bazı acı dersler sunuyor. En başta, hem toplumsal huzur isteyip hem de onu bozacak adımlar atamayacağınızı gösteriyor. Eski solun simge isimleri Ken Livingstone ve Polly Toynbee, ‘bütçe kesintileriyle’ ilgili ayaklanmaları kınıyor; halbuki kesintilerin etkisi daha doğru düzgün hissedilmedi bile. Benim yönettiğim sosyal projedeki genç insanlar, hayatları boyunca ‘gençlik çalışma’ programlarında yer aldılar; kız veya erkek, hepsinin gözü kulağı ruhu, ister seyirci ister katılımcı olarak, son birkaç akşamdır yaşananlarda elbette. Onların yerinde olsanız, siz de aynısını yapmaz mıydınız?

Adaletsizlik anlatısı kökleşmiş durumda
Onları (iyi ve kötü çocukları) durdurmanın tek yolu, gerçek bir karşı şiddet tehdidiyle korkutup evlerine döndürmek. Tory taban hareketinin gayriresmi lideri, conservativehome.com’dan Tim Montgomerie, polisi arayıp “Bu ayaktakımını coplayın; polis korkusu olmadan düzen de olamaz” buyurmuş. Haklı.

Salı günü polis sayısının üç katına çıkarıldığını açıklayan Britanya Başbakanı David Cameron, hukukun üstünlüğünden dem vurdu. (Şu an bu ikincil bir mesele, fakat bütün bu olanlar, seçilmiş polis şeflerini savunanları doğruluyor –polis, siyasi nezaretten nefret ediyor, ama bilhassa kriz zamanlarında otoritelerini de ondan devşiriyor.)

İkinci ders şu: Bu iki grup arasındaki uçurumun üstü (ayaklanmacılar ve temizlikçiler) refahla birlikte örtüldü, fakat aslında gelirler arttıkça daha da büyüdü. Bilhassa giyim ve teknoloji gibi ucuz lükslerle büyüyen bir gençlik kuşağımız var, fakat onları yetişkin kılacak türde bir zenginlikten çok daha uzaklar. Ufukta bir kariyer, kendine ait bir ev (ki ayaklanmalarla yerle bir olabilir) görünmüyor. Her gün Haribo’yla beslenen insanların şeker dükkânlarını talan etmesine kim şaşırabilir?

Ve en fazla şahsi menfaatimize hizmet eden eylemlerimizi bile kendi açımızdan meşru kılabiliriz. Bir mağazadan kucağında televizyonla çıkan bir kadın, “Ödediğim vergileri geri alıyorum” diyor. Saçma olabilir, ama yanlış da değil. Polise çöp bidonlarını fırlatan gençler, adalet için mücadele ettiklerini düşünüyor. Bir adaletsizlik anlatısı kökleşmiş durumda ve bu da onun ifadesi.

Hazin bir karşılaştırma
Pazartesi akşamı ayaklanmaların yoğun olduğu semtler, hiç de döküntü yerler değildi. Enfield, Ealing, Croydon, Clapham… Tanrı aşkına, Muhafazakâr Parti bunların hepsinden vekil çıkardı. Bir grup da Notting Hill’deki en iyi restoran olan Ledbury’ye saldırdı.
Bu gibi yerlerde, Cameron muhalefetteyken ‘bozulmuş Britanya’dan söz ettiğinde suratlarını buruşturan insanlar var. Kentte kendilerini güvende hissediyorlardı ve yerel ahali hakkında bu şekilde konuşmanın küstahlık olduğunu düşünüyorlardı. Britanya daha iyi, daha zengin, daha ‘hoşgörülü’ hale gelmişti –fakat (şimdi gördüğümüz gibi) ancak ‘biz’ ‘onlardan’ daha hoşgörülü olduğumuz ölçüde: Saygının karşılığı yoktu.

Birilerinin pazartesi akşamı kullandığı tabirle, alt sınıfın intifadası, Arap dünyasının dört bir yanında bu yıl yaşanan isyanlarla hazin bir kıyaslama içeriyor. Mısır ve Tunus’taki gençlerin düzenledikleri protestolardan dolayı kaybedecekleri (hayatları) ve kazanacakları (demokrasi ve adalet) bir şeyler vardı. Bizim gençlerimizin heyecandan ve yeni eğitimcilerden başka kaybedeceği ve kazanacağı hiçbir şey yok. Mümkün olan en rahatsız edici biçimde, kendi rahatsızlıklarını teyit etmiş oluyorlar. Bir başka arkadaşımın Twitter’da yazdığı gibi: “Bu çocuklar, hayat hikâyelerini anlatıyor.”

Salı günü Cameron, konutunun dışında esasen geri kalanlarımıza hitaben konuştu ve düzeni sağlamak konusundaki çözümünü dile getirdi. Genç ayaklanmacılaraysa söyleyeceği tek bir şeyi vardı: Şiddete karışarak kendi hayatlarını mahvetme tehlikesine giriyorlardı.
Doğru, ama mesele bu değil. Kendi hayatlarının her halükârda mahvolduğunu düşünüyorlar ve cezaevinde birkaç ay (hükümetin bütün atıp tutmalarına karşın, muhtemelen ayaklanmacıların çok küçük bir kısmı bu akıbete uğrayacak) bir şey fark ettirmeyecek. Ucuz ürünlere alışkın olan bu gençler, cezaya ve ceza tehdidine de alışkın.

Kayıtsızlığı benimsemek
Londra’da bir alt sınıf (burada yaşayan insanlar için nefret edilesi bir kelime, fakat ‘yoksul’dan daha kötü değil ve daha isabetli) var. Şiddeti genelleştirecek biçimde, terbiye görmediler, ihmalden, zalim ve dengesiz disiplinden oluşan bir mikrokültürde yetiştiler ve sevgiyi, sınırlar ve iyi davranışlar için ona eşlik etmesi gereken unsurlardan yoksun biçimde yaşadılar. Öte yandan toplumun geneli (yani biz), liberalizm kisvesi altında erdemi bir kenara bıraktık ve kayıtsızlığı benimsedik. İlişkilerin yerine refah devleti maaşlarını, sevginin yerine hakları ve yaşayan toplulukların sıcak ahlakının yerine steril süreçleri koyduk. Polis ayaklanmaları bastırdıktan sonra, geri kalanlarımızın kırılmış camları temizlemekten daha fazlasını yapması gerekiyor.

(Britanya Başbakanı David Cameron’ın eski danışmanı ve Only Connect adlı bir suç önleme kuruluşunun yöneticisi, 9 Ağustos 2011)

 

Kaynak: Radikal