Oldukça geniş, çetrefilli ve değişken yapılı bir konu olan bu değerlendirmeyi kısa bir metne sığdırmak çok zor bir durum olmakla birlikte; olaylara girmek yerine, kuş bakışı ve en özet bir değerlendirmeyle bu çok önemli dönemi kısaca değerlendirmeye çalışacağız. Bu bağlamda, öncelikli olarak Abdullah Gül"ün Başbakanlığında kurulmuş olan 58. T.C. Hükümeti ile Recep Tayip Erdoğan"ın Başbakanlığında kurulan ve hâlen devam eden 59. T.C. Hükümetinin dış politikadaki başarı ya da başarısızlıklarına işaret edecek olan uygulamaları, “devamlılık ve uyumluluk” esasına göre, birlikte ele alarak konuya belli bir bütünlük kazandırmayı deneyeceğiz. Ayrıca konuları, karmaşıklığa meydan vermeden ve sade vatandaşların dikkatle takip edebileceği bir şekilde sıralayabilmek için bir taraftan kıtalara göre politikaları tasnif ederken, diğer taraftan ise her bir konuyu ayrı bir madde sırası içerisinde ele almaya özen göstereceğiz.
DIŞ POLİTİKA AKTÖRLERİ:
Aralık 2002-Mart 2003 tarihleri arasındaki 58. Hükümetin Başbakanlığını yapmış olan Abdullah Gül; Nisan 2003-Temmuz 2007 tarihleri arasında, 59. Hükümetin de Dışişleri Bakanlığı koltuğunda bulunuyor olması nedeniyle, AK Parti Hükümetlerinin dış politikasında birinci derecede “belirleyici aktör” konumunda olmuştur. 58. Hükümette herhangi bir görevi olmamasına rağmen, AK Parti"nin lideri olması ve neredeyse bütün dış temaslarda en önlerde görüntü vermiş olması nedeniyle, 59. Hükümetin Başbakanı Recep Tayip Erdoğan; o dönemin dış politika gelişmelerine doğrudan etkide bulunma güç ve görüntüsüne sahip bir siyasi lider olmakla birlikte; kendi başbakanlığı döneminin dış politikasında ise, yerine göre “başat aktör” olmuştur. Dolayısıyla, Aralık 2002-Temmuz 2007 tarihleri arasındaki 58. ve 59. T.C. Hükümetlerinin dış politikasında birinci derecede “belirleyici iki aktör” Recep Tayip Erdoğan ile Abdullah Gül olmuşlardır. Pek tabii olarak, değişik değerlendirmeler olmakla birlikte, dört buçuk yıllık AK Parti iktidarı döneminde, Abdullah Gül"ün “uyumlu ve vefalı” bir kişiliğe sahip olmasının ağırlığı sebebiyle, Recep Tayyip Erdoğan"ın karizma ve hakimiyetine rağmen Abdullah Gül, 58. ve 59. T.C. Hükümetlerinin dış politikasında belirleyici birinci derece aktör rolünü sürdürmüş ve Recep Tayip Erdoğan"ın yanında eşite yakın bir izlenim oluşturmuştur.
Öte yandan, 58. Hükümetin Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış"ın "kısa dönemli olmakla birlikte" ciddi açılımlara önayak olması ve daha sonraki dönemlerde TBMM Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Başkanlığı"nı yaptığı zaman dilimi içerisinde ise, Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasındaki ilişkilerde doğrudan etki ve katkıda bulunmasını da dikkate alırsak; AK Parti Hükümetlerinin dış politika uygulamalarında ikinci derecede katkıda bulunduğunu ileri sürebiliriz. Benzer bir biçimde, Ekonomik İşler ile AB İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanlığı görevini yürütmesi hasebiyle, Ali Babacan"ın da 58. ve 59. T.C. Hükümetlerinin dış politikasındaki ikinci derece aktörlerden biri olarak dillendirilmesi doğru olabilir. Aslında, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu"nun “uygulayıcı danışmanlık” gibi farklı bir pozisyon içerinde hem 58. ve hem de 59. T.C. Hükümetlerinin dış politikalarında yapmış olduğu etkin katkılar sebebiyle, onun da dış politikamıza katkıda bulunan ikinci derece aktörler arasında sayılması mümkün olabilir. Diğer yandan, Sayın Başbakanımızın dış politika danışmanlığını yapan Egemen Bağış, bazı bağlantılarında aktif görevler icra etmesi sebebiyle Cüneyt Zapsu, iç politika ağırlıklı danışmanlığı yanında dış politika konularındaki dikkat çekici uyarıları nedeniyle de Ömer Çelik ve AK Parti"nin Dış İlişkilerinden sorumlu başkanlık görevinin de bir gereği olarak Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli"nin de üçüncü derece aktörler arasında sayılabilmeleri mümkündür. Bu arada, Mevlüt Çavuşoğlu başta olmak üzere, diğer bazı AK Parti Milletvekillerinin de çeşitli derecelerde 58. ve 59. T.C. Hükümetlerinin dış politik açılımlarına katkıda bulundukları savunulabilir.
Bu arada muhalif kanattan, CHP milletvekillerinden Şükrü Elekdağ ile Onur Öymen"in keskin uyarı ve önerileriyle yanında; Deniz Baykal, Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu"nun özellikle uzun süreli yapıcı ve uyarıcı destekleri, 58. ve 59. T. C. Hükümetlerinin dış politik açılımlarına önemli derecede katkı sağlamıştır denebilir. TBMM dışı muhalif unsurlar yönü itibariyle, Muhsin Yazıcıoğlu ile Devlet Bahçeli"nin yapıcı, denetleyici ve sorgulayıcı unsurlar olarak görüntü vermeleri; Doğu Perinçek ile Haydar Baş"ın radikal uyarıları; Recai Kutan ile Necmettin Erbakan"ın şefkatli uyarıları; isimlerini zikretmediğimiz diğer muhaliflerin farklı biçimlerdeki sorgulamalarının, 58. ve 59. Hükümetlerin dış politikalarındaki hata paylarının daha da azalmasına katkıda bulunduğu rahatlıkla savunulabilir. Diğer yandan MÜSİAD, TÜSİAD, TUSKON, Memur-Sen, Kamu-Sen, KESK, HAK İŞ, TESK, TÜRK İŞ, Mazlum Der, ÖNDER vs. gibi çok sayıda sivil toplum örgütü; medya organları ile özellikle dış politika yazar, yorumcu ve akademisyenlerinin Türk Dış Politikasına katkılarını ise kesinlikle yadsımamak lazım.
Tabii ki, Cumhurbaşkanlığımız başta olmak üzere, devletin çok sayıda resmi kurumlarının doğrudan ya da dolaylı olarak yapmış oldukları katkı zaten işin doğası gereğidir. Pek tabii olarak farklı görüşe sahip vatandaşlarımızın değişik yaklaşım biçimleriyle sürecin bugün ele aldığımız biçimiyle şekillenmesinde farklı derecede katkıları olmuştur. Netice olarak, geçmiş dönemlerde olduğu gibi, son dört buçuk yılın dış politikasında da temel belirleyici aktör olarak Hükümetler ile devletin diğer kurumları olmakla birlikte, yukarıda zikrettiğimiz yan etkenlerin dolaylı katkıları da hiçbir şekilde gözardı edilmemelidir. Kuşkusuz, elindeki yetkiler ile diğer yan etkenleri maharetli bir şekilde kullanarak “başarılı bir dış politika seyri takip etmek” Hükümet edenler ile idarecilerin maharetine bağlıdır. O halde, Türkiye"nin son dört buçuk yıllık dış politikasının başarı derecesi ile hükümet edenlerin başarı grafiklerini objektif bir şekilde değerlendirebilmek için, aşağıdaki sonuçların dikkatli bir şekilde incelenmesi yararlı olacaktır.
AVRUPA BİRLİĞİ POLİTİKALARI:
1. Türkiye, bu dönemde, AB"ye tam üye adaylığını alarak; 1963 yılında yapılmış olan Ankara Antlaşması vesilesiyle kazanmış olduğu hakları yeniden eline geçirmiştir.
2. Türkiye, bu dönemde, AB"yle tam üyelik müzakerelerine başlayarak; yaklaşık yarım asırlık AB-Türkiye ilişkilerinde en üst kazanım noktasına ulaşmıştır.
3. Türkiye, 1995 yılında girilmiş olan Gümrük Birliği ilişkileri nedeniyle uğradığımız ekonomik kayıpları telafi edebilmek ve diğer adaylardan daha ileri derecede verdiğimiz tavizlerin karşılığını alabilme hususunda arzu edilen keskinlikte bir revizyon mücadelesi verememiştir. Dolayısıyla, daha önceki Hükümetlerin yapmış oldukları hataların tamir edilmesi hususunda arzu edilen düzeyde sorgulama ve düzeltme başarısı sağlanamamıştır. Hatta Mayıs 2007"de yapılan “Avrupa günü” kutlamalarında Türkiye"nin dışlanmış olmasının en büyük nedeni, söz konusu “çekingen” politikaların çok büyük etkisi olmuştur.
4. Türkiye"nin önündeki en ciddi sorunların başında gelen Kıbrıs sorununda, taassuba dayalı eleştirilerin aksine, alternatif açılımlar sayesinde ciddi başarılar sağlanmıştır. Bunun en belirgin kanıtı ise, dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri"nin soyadıyla anılan “Annan Planı” içerisinde, KKTC"nin “Kıbrıs Türk Devleti” olarak anılması ve dolaylı olarak bu ülkenin tanınmış olmasıdır. Ancak ne yazık ki, daha sonraları, piyasada kazanılan başarıyı masa başında kaybetme riskiyle yüzleşmek durumunda kalınmıştır. Bu konudaki olumlu pozisyonun kazanıma çevrilmesi yönündeki şans hala mevcuttur.
5. Türkiye, AB tarafından sürekli sıkıştırıldığı “demokrasi, insan hakları, özgürlükler ve hukukun üstünlüğü” alanlarında ilk gerçekçi reformları ve AB"ye Uyum Yasalarını bu dönemde yapma başarısını göstermiştir. Bu olumlu gelişme ve değişme sayesinde, Batı kaynaklı eleştiriler ve uluslar arası platformlardaki baskılar büyük oranda azalmıştır.
6. Türkiye, AB şemsiyesi altında her türlü şirretlik ve uyumsuzluğu sergileyen Rum-Yunan ikilisini neredeyse büyük ölçüde etkisiz hale getirmekle kalmadı; hatta bazı alanlarda onların desteğini bile alabilecek bir noktaya tırmandı.
7. Türkiye, “enerji güvenliği” ve “küresel terörle mücadele” konuları başta olmak üzere, neredeyse bir düzine stratejik konuyla bağlantılı olarak, AB için vazgeçilemez bir ülke olduğunu Avrupalı muhataplarına kabul ettirmiştir. Bu yönde yapılan bilinçli telkin ve temaslar sürpriz denecek derecede netice vermiş; Türkiye"nin önerdiği çeşitli projeler AB ve AB"nin güçlü üyeleri tarafından dikkate alınarak gerekli çalışmalar başlatılmıştır.
ORTADOĞU POLİTİKALARI:
1. ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin Afganistan ve Irak"ı işgalleri sürecinde Türkiye, “küresel aktör” konumundaki ABD ile kutuplaşmaya girmeden, söz konusu işgal politikalarının en insancıl bir biçimde sonlandırılması için epeyce gayret sarf etmiştir. Bu yönde belli bir mesafe alınamamış olsa da, işgaller süreci koşullarının yumuşatılmasında Türkiye"nin etkisi büyük olmuştur. Afganistan"daki barış gücünde, Türkiye"nin üstlendiği öncü rolü bu bağlamda değerlendirilebilir. Aynı şekilde, Irak"ın işgali sürecinde Türkiye"nin, bizzat sahaya müdahalede bulunmayarak işgalci güçleri zayıflatması da bu yönde bir hizmet olarak kabul edilebilir.
2. ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin İran ve Suriye"yi işgal etme girişimlerinin ertelenmesinde Türkiye, gücünün çok üzerinde bir ağırlık ortaya koymuştur. Türkiye, benzer bir direnç ve yatıştırma politikasını Irak"ın işgali sürecinde de gösterdi; ama, maalesef başarılı olamadı. Zaten, AK Parti Hükümetlerinden bir yıl önce Afganistan işgal edilmişti; işgalden sonraki süreçte, bu Hükümetlerin önemli denecek derecede insani politik girişimleri olmuştur.
3. ABD-İsrail-AB mihverinin büyük çabalar gösterdiği Şii-Sünni cepheleşmesinin belli ölçüde ortadan kaldırılmasının arkasındaki belirleyici aktör Recep Tayip Erdoğan ile Abdullah Gül ikilisidir. Yani, bu ikili, Hükümetlerin hantallık ve matlığının ötesine geçerek, “mezhep kavgası” fitnesinin üzerine “buzlu su” dökmüşlerdir. Örneğin, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejat ile Suudi Arabistan Kıralı Abdullah"ın bir araya gelmeleri bu yönde atılmış yatıştırma adımlarının başında gelmektedir. Kuşkusuz bu görüşmenin arkasındaki mimar bizzat Recep Tayyip Erdoğan"dır. Aynı fitnenin Irak, Lübnan ve Filistin"de de alevlendirilmek istenmesine karşı “örtülü direnç ve yatıştırma” politikaları uygulayan yegâne ülke Türkiye olmuştur. İran-Pakistan-Türkiye mihverinin daha sağlam bir biçimde ayakta durmasında da, bizzat Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül ikilisi vardır. Dolayısıyla, bugün, Büyük Ortadoğu Projesi üzerinden Genişletilmiş Ortadoğu Coğrafyasında ateşlenmeye çalışılan mezhep kavgaları, iç hesaplaşmalar ve devletlerarası savaşlar bir türlü başlatılamıyorsa bunda Türkiye"nin çok büyük rolü vardır.
4. Arap-İsrail gerginliğinin azaltılması ve de Büyük Ortadoğu Projesi"nin savaş ve parçalanmalara meydan vermeden yumuşak bir geçişle geçiştirilmesi için, Türkiye"nin ciddi hamleleri olmuştur. Türkiye, şimdilik rafa kaldırılmış olan Büyük Ortadoğu Projesi"nin ısıtılarak yeniden önümüze getirilmesi gayretlerinin akamete uğratılması hususunda da önemli çalışmalara imza atmaktadır. Kuşkusuz, burada yine en büyük yönlendirici güç Recep Tayyip Erdoğan ve destekçisi Abdullah Gül"dür.
5. Ekonomik İşbirliği Örgütü (ECO) bağlamında, Türkiye-İran-Pakistan mihverinin öncülüğünde “Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, İran, Afganistan ve Pakistan” arasında yürütülen ilişkiler, son yıllarda farklı bir kimlik kazanmaya başlamıştır. Arap Birliği"ne benzer başka bir kuşak oluşturmaya çalışılıyor olmakla birlikte; bu yeniden yapılanma çalışmaları, Arap Birliği"nin güdümlü ve işlevsiz bir pozisyona düşürülmüş olmasına bir tepki olarak değerlendirilebilir. Hatta Mayıs 2007"de İran-Pakistan-Türkiye mihverinin Türkiye"de kurdukları ECOBANK, 58. ve 59. T.C. Hükümetlerinin, bu amaca hizmet edecek en ciddi ve önemli adımlarından biri olarak değerlendirilebilir.
6. Türkiye, Arap Ülkelerinin yerleşik mutaassıplıklarına rağmen, ilk defa bu dönemde, İslam Kalkınma Örgütü (İKÖ)"nün Genel Sekreterliği görevine bir Türk vatandaşının seçilmesini sağlamıştır. Bu sayede İKÖ, yeni Genel Sekreter Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu vasıtasıyla, kabuk değiştirerek “etkin bir küresel örgüt” konumuna ulaşmıştır. Kuşkusuz İKÖ Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu"nun bu bağımsız ve bağlantısız çıkışının arkasındaki en önemli destekçi güç Türkiye olmuştur. İKÖ"nün yaptığı atılımların arkasındaki “Türk damgası”nı yakından izleyen İslam Devletleri ile bütün dünya Müslümanlarının gönlündeki “Osmanlı mirasçısı” Türkiye sevgisi daha da perçinleşmiştir.
7. Türkiye, Batı Bloğu üyesi markalı bir ülke olmasına rağmen, haksız ve zararlı gördüğü 1 Mart 2003 tezkeresini TBMM"de reddederek, ABD"nin her dediğini yapan bir “uydu ülke” imajını yıkma başarısını ilk defa bu dönemde elde etmiştir. Bu başarıda, Muhalefet Partisi Lideri Deniz Baykal"ın çok büyük katkısı olmuştur. Bu sayede Türkiye, sadece İslam ülkeleri ile diğer gelişmemiş ülkelerde değil, Batılılar nezdinde bile daha da dikkate alınır bir imaja sahip olmuştur.
KÜRESEL POLİTİKALARI:
1. Türkiye, gerek AB ile ABD arasındaki rekabette ve gerekse AB-ABD-Japonya mihveri ile Rusya-Çin-Hindistan mihveri arasındaki rekabetlerde hep ön planda rol aldı ve de kendisini “vazgeçilemez ve yadsınamaz” bir bölgesel aktör olarak konumunda sunma becerisini gösterdi.
2. Sudan"ın Darfur sorunu başta olmak üzere, dünyanın değişik bölgelerindeki Müslüman ülke ve halkların sorunlarıyla daha yakından ilgilenme cesaret ve becerisi gösterilerek, Osmanlı Devleti"nin mirasını sahiplenme iradesini net bir şekilde ortaya koymuştur. Bu anlamda, ihmal edilmiş kıta olarak anılan Afrika"ya yönelik “resmi ve özel sektör” girişimlerinin ilk defa organizeli ve büyük çaplı bir hale büründürülmesi çok büyük öneme sahiptir. Bu yönüyle düşünüldüğünde, söz konusu atılım ve girişimler; Çin Halk Cumhuriyeti"nin bu kıtadaki emperyalist yayılmasına ve Batılıların emperyalist hegemonyasına karşı “kucaklayıcı ve ortaklığı teşvik edici” önemli bir “alternatif çıkış” olarak değerlendirilebilir.
3. Türkiye, her iki kıtaya mensup bir ülke olarak, Avrasya (Avrupa ve Asya) coğrafyasındaki her türlü gelişmelerle birebir ilgilenilerek, “bölgesel bir aktör” olma yönünde önemli bir gelişme kaydetmiştir. Gerek AB konusu, gerek Şanghay Örgütü, gerek Arap Ligi, gerek Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, Gerek Genişletilmiş Karadeniz Projesi, gerek Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ilişkileri, gerek Avrasya Enerji Projeleri ve gerekse Fransa Lideri Nicholas Sarkozy"nin dillendirdiği Genişletilmiş Akdeniz Projesinde Türkiye, hep aktif ve dikkate alınır bir görüntü vermiştir. Bu yönüyle de Türkiye, “Yeni Osmanlıcılık” olarak da değerlendirilebilecek bir şekilde, Osmanlı Devleti"nin mirasçısı konumunu başarılı bir şekilde sürdürmüştür.
4. ABD-İsrail-AB mihveriyle yakın ilişkilerini artırarak sürdürme becerisi paralelinde, hem bütün İslâm Ülkeleriyle, hem Rusya-Çin-Hindistan mihveriyle ve hem de diğer ezilmiş dünya ülkeleriyle ilişkilerinde Türkiye, tam bağımsız ve bağlantısız bir şekilde iyi ilişkiler geliştirme başarısı göstermiştir.
5. Atlas Okyanusunda meydana gelmiş yüzde 9 şiddetindeki büyük depremin neden olduğu büyük felaket karşısında Malezya ve Endonezya"daki insanların yardımına koşarak, hem insani duyarlılığını ve hem de Osmanlı mirasını en üst derecede temsil ettiğini bütün dünyaya göstermiştir.
6. Türk dünyasının gelenekselleştirilmiş olan, ama birkaç yıldır kesintiye uğramış bulunan yıllık “kurultay, kaynaşma ve zirve” toplantılarına ev sahipliği yapılarak, dış baskılar ile yerli homurdanmaların önemsenmediği net bir şekilde ortaya koyulmuştur. Bu bağlamda Abdülhaluk Çay, Namık Kemal Zeybek, merhum Turgut Özal, Muhsin Yazıcıoğlu, Tansu Çiller ve Süleyman Demirel gibi devlet büyüklerimizin geçmiş dönemlerdeki katkıları mutlaka müteşekkirâne bir şekilde hatırlanmalıdır.
7. Türkiye, “Ermeni soykırımı” yalanını AB, ABD ve dünyanın gerisinin gündeminden düşürme hususunda gerçekçi bir başarı sağlayamadı. Bu amaçla yapılan çeşitli hamleler oldu olmasına; ama konu, mevsim icabı soğutulunca; Türkiye de, yapmakta olduğu hamleleri epeyce askıya alma hatasına düştü. Hâlbuki ilk defa bu Hükümetler döneminde, “Ermeni soykırımı” yalanına karşı önemli bir hamle süreci başlatılmıştı. Dolayısıyla, yapılan “başarılı ve akılcı hamleler” kesin bir neticeye vardırılmadan askıya alınmış olması ciddi bir olarak değerlendirilebilir.
8. Türkiye, Doğu ile Batı arasındaki “köprü, geçiş noktası, bağlantı alanı, uzlaştırma şatosu, hakem” vs gibi rolleri çok iyi bir şekilde oynama başarısını göstererek, İslam Ülkeleri ile Avrupa ülkelerini ve dolayısıyla Batılı Ülkeleri İstanbul"da buluşturmuştur. Bununla da yetinilmemiş; Türkiye, neredeyse çoğu dünya politik gelişmelerinde Batılı Ülkeler ile İslam Ülkelerini “asgari müştereklerde buluşturma” rolüne de soyunmuştur. Yapılan istişareler, İran-AB yetkililerin “nükleer uyuşmazlık” sebebiyle İstanbul"da buluşturulmaları vb gibi diplomatik arabulurcukların hepsi, Türkiye"nin üstlendiği roldeki başarısını net bir şekilde ortaya koymaktadır.
9. Türkiye, PKK terörü konusunda bazı sorunlar yaşıyor olmakla beraber; Hükümetin, Türkiye tarihi boyunca ilk defa, Kürt halkının güvenini kazanarak PKK"ya olan halk desteğini kısır bir noktaya getirmiş olması çok büyük bir başarıdır. Ancak, “küresel teröre karşı savaş” başlattığını iddia eden ABD-İsrail-AB mihverini, söz konusu iddialarına karşılık olarak, PKK terörüne verdikleri destek nedeniyle gerçek anlamda köşeye sıkıştıramamıştır. Aslında, sadece bu haklı olunan hususta bile iyi bir propaganda faaliyeti başlatılmış olsaydı, hem PKK terörünün kökü kazınmış olabilirdi, hem söz konusu üçlü mihverin bölgemize yönelik emperyalist girişimleri dayanaksızlığa itilebilirdi ve hem de Türkiye"nin tanıtımı yapılarak gerçek anlamda Osmanlı mirasının temsilcisi olduğu küresel düzeyde tescillenmiş olurdu.
Sonuç olarak, dört buçuk yıllık AK Parti Hükümetleri döneminde gösterilmiş olan başarılı performans, çıkış, girişim, hamle ve diyaloglar neticesinde Türkiye, yeniden sözü dinlenir bir ülke konumuna yükselmiştir. Ancak, içerideki değişik kesimlere yönelik başarılı diyaloglar geliştirme hususunda iyi bir zamanlama yapılamadığı için, dış politikadaki başarıların daha etkileyici bir yapıya kavuşturulabilmesi hususunda gerekli olan “iç siyasi istikrar” tam manasıyla sağlanamamıştır. Açıkçası başörtüsü sorunu, üniversite sınavlarına girişte karşılaşılan katsayı adaletsizliği, Anadolu Sermayesi"nin ayrımcılığa tabi tutulması, İslami duyarlılığa sahip kesimlerin dışlanması ve Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili gösterilen tepkiler gibi başlıca sorunların önceden görülerek uygun bir “uzlaşma zemininde” halledilememesinin etkisiyle Türkiye, dış politikada ciddi anlamda yaralar almıştır. Kuşkusuz sorumluluk 58. ve 59. Hükümetlerde olmamakla birlikte; bu sorunları kaşıyan kesimlerin ikna edilememesi ve onların endişelerinin giderilememesi nedeniyle söz konusu Hükümetlerin önemli ölçüde sorumlulukları vardır. Dolayısıyla, dış politikadaki muhteşem başarıların daha da perçinleştirilerek taçlandırılabilmesi için, iç politikada mutlaka daha “kucaklayıcı, yatıştırıcı ve uzlaştırıcı” politikalar gündeme alınmalıdır. Vesselam.