Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonraki ilk on beş yıllık dönem hariç tutulacak olursa; Türkiye ile Batılı Gelişmiş Ülkeler arasındaki yapılmış olan antlaşmalar, neredeyse “tek taraflı geçersiz kılınma” anlamına gelecek biçimde, hep Batılılar lehine işletilmiştir. Hani, “savaş meydanlarında kazansak da, masada kaybediyoruz” özdeyişi vardır ya, bu söz, maalesef “yarım asırlık” Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki üyelik ilişkilerine tıpatıp oturmaktadır. Akıl mantık işi değil; Türkiye’yi tam üyelik için davet eden onlar; uzun yıllar boyunca oyalama taktikleri uygulayarak, Türkiye’yi dışlamaya çalışarak ilişkilerimizi yozlaştırmaya çalışanlar ise yine onlar. Peki, bu ülkenin AB’ye üyeliği istenmiyorsa, kayıpları nasıl karşılanacaktır; bu niçin sorulmaz; anlaşılır gibi değil.
Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin geçmişini yeniden hatırlayarak değerlendirmemizi sürdürelim. 1951 yılında imzaladıkları Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT)’nu kuran antlaşmayla, bir araya gelme çalışmalarına başlamış olan altılar Avrupa’sı (Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg), gelecek için planladıkları siyasi birliğin önünün kesilmemesi ve İngiltere’nin öncülüğünde oluşturulmaya çalışılan “serbest ticaret alanı birliği”ne karşı dış destek bulabilmek üzere, 1950’li yılların sonunda Türkiye ile Yunanistan’ı üyeliğe davet etmişlerdi. Bu davete icabet ederek, 1959 yılında “üyelik başvurusu”nda bulunan Türkiye ile 1963 yılında Ankara Antlaşması yapıldı. Bu antlaşmaya göre, Türkiye ile (yeni adıyla) Avrupa Birliği arasındaki “tam üyelik müzakereleri” resmen başlatılmış ve belli bir takvim oluşturulmuştu.
Mesela; bu takvime göre, 1 OCAK 1986 Yılından itibaren “Türk işçisne” AB sınırları içerisinde “serbest dolaşım” hakkı sağlanacaktı. Aynı takvime göre, 1 Ocak 1996 yılından itibaren de Türkiye ile Avrupa Birliği arasında “gümrük birliği” sağlanacaktı. Bu kesin Antlaşma hükmüne rağmen, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının AB sınırları içerisindeki “serbest dolaşım hakkı” verimezken, 1996 yılında AB’nin “gümrük birliği hakkı” kendilerine tanınmıştır. İşte çifte standart ve anlaşmaların tek taraflı keyfiliğe göre yürürlüğe koyulmasının kanıtı budur. Açıkçası Türkiye, “müstemleke ve yamanma mantığı”ndan kurtulmadığı sürece, daha nice uzun yıllar boyunca aynı çifte standart uygulamalarına maruz kalmaktan kurtulamayacaktır.
1963 yılında kazandığımız “tam üyelik adaylığı” hakkımız, çeşitli ayak oyunları ve kelime cambazlıklarıyla elimizden alındıktan sonra verilen uzun uğraşlar sonunda, 11 Aralık 1999 tarihli Helsinki Zirvesi’nde tekrar, “tam üye adaylığı” hakkımızı elimize geçirdik. Daha sonra, 11–12 Aralık 2002 Kopenhag ve 17–18 Haziran 2004 Brüksel zirvelerinde Türkiye’ye bir siyasi taahhütte bulunularak; “2004 yılında yayınlanacak bir Komisyon raporu ve önerileri doğrultusunda Avrupa Konseyi’nin Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerine uyduğunun kabul edilmesi halinde, Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine vakit kaybetmeksizin başlanacağı” bariz ve kesin bir şekilde belirtilmiştir. Alınan bu karara uygun olarak, 3 Ekim 2005 tarihinden itibaren, Türkiye’nin AB’ye tam üye olabilmesiyle ilgili müzakereler “geri dönülemez bir biçimde” başlatılmıştır.
Kazanılmış olan bu yeni haklarımızın yok sayılması maksadıyla, şimdi de önümüze “Sarkozy bilmeceleri” sunulmaya başlandı. Bu ne biçim bir iştir ki, yıllardan beri aldatılmamıza rağmen, bu süreci tersine çevirecek bir irade ve tavır ortaya koyamıyoruz. Açıklıkla ifade ediyorum; Avrupalıların bu densizliklerinin ortadan kaldırılmasının ve geçmişte kazandığımız bütün haklarımızın söke söke alınmasının çok sayıda yolu vardır. Fakat öncelikli olarak, kararlı adımlar atabilecek ve her görüşten insanımızı arkasına alacak bir “özgür lider irade” eksikliğinin giderilmesi gerekmektedir. Bu demek değildir ki, mutlaka AB’ye üye olalım. Bu şu demektir: “Madem bizi istemiyorsunuz, öyle ise, kazanılmış haklarımızın uzun yıllar boyunca aşındırılmış olmasının verdiği zararların tazminini acilen istiyoruz.” İşte, bu kararlılığı ve pes etmezliği gösterecek karizmatik bir “lider kişiliğe” ihtiyaç duyulmaktadır.
Öte yandan denebilir ki, alternatif bir çözüm öneriniz var mı? Evet, burada sadece bir “müzakere modeli” ve “açılım yöntemi” önererek, arzu eden yöneticilere 40 farklı çözüm modelimi rapor halinde sunabilirim. Önerim şudur; “Türkiye ile AB arasında, geçmişte yapılmış olan bütün anlaşmalar yeniden masaya yatırılarak, daha önce elde etmiş olduğumuz bütün haklarımız aynıyla talep edilmelidir. Şayet, haklarımız verilemeyecek olursa ki, kesinlikle verilmeyecektir. Mesela, 1 Ocak 1986 yılından itibaren elde etmiş olmamız gereken “işçilerin serbest dolaşımı” hakkımızın gasp edilmesi gerekçe gösterilerek, insanlarımızın Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarından içeriye AB’ye akın etmelerinin önü açılabilir. Hatta AB’ye gitmek isteyen kişilerin belli derecede masrafları bile karşılanabilir.”
Düşünsenize, Türkiye’nin işsizlerinin AB’yi istila edeceği endişesi taşıyan Avrupalılar, sınırlarından içeriye “devlet destek ve teşviki”yle girmeye çalışan milyonları nasıl engelleyecekler. İyi bir propaganda ve stratejik yöntemle bu önerim uygulanabilirse, Avrupa Birliği’nin hizaya getirilmesi ve kazanılmış haklarımızın elde edilmesi mümkün olacaktır. Milyonlarca insanımızın, Avrupa sınırlarından içeriye sokulması girişimiyle; sadece Avrupa’nın değil, Avrasya bölgesindeki dengeler bile kökünden sarsılacaktır. İşte, Sarkozy bilmecesine ve Avrupa tiyatrosuna verilecek en iyi cevap budur. Benden önermesi…
Dr. Sıddık Arslan (AB-Uluslararası İlişkiler Uzmanı ve Siyaset Bilimi Doktoru)