NPQ dergisi 2000’lerin başlarında bir sayısının dosya konusunu kapaktan, “Uydular yükseldikçe kültür azalacak mı?” sorusuyla tanıtmıştı. Kültürel hayatı etkileyen araçların değişim gösterdiği her dönemde benzeri sorular duyulmuş olmalı. Ancak sorunun evet veya hayır gibi kesin bir cevabı davet ediyor oluşu da sıkıntısız sayılmaz. Değer ve ilkelerimizi gözeterek araçlarla ilişkilerimizi makul bir biçimde oluşturmamız elbette mümkün, ancak öngörülü değilsek ve niteliği değil niceliği tercih ediyorsak, “uydu” metaforunun yansıttığı “rating”i, “tiraj”ı tek kıstas olarak gören bakışa teslim olmamız işten değil.

AK Partili bir belediyenin 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla düzenlediği “Kadına Saygı” toplantısında başörtülü katılımcılara defile izlettiğine ilişkin haber bir istisna teşkil ediyor olabilir mi? 8 Mart için defile dışında herhangi bir etkinlik gerçekleştirecek kültürel tahayyülden yoksun olmamamız gerekirdi. Fakat çeşitli “etkinlik”lerde öncelenen genellikle daha fazla izleyici çekecek bir içerik ve sunum oluyor. Dolayısıyla her şey çabucak kültürelleşiveriyor bir bakıma. Mahremiyeti aşındıran moda ve cilalı imaj devrinin envai çeşit sektörlerine emri bil maruf nehyi anil münker çerçevesinde yapılan eleştirilerin bu denli sabun köpüğü muamelesi görmesi başka nasıl izah edilebilir? Halka dar gelen siyasal yapıyı dönüştürmeye layık bulunmuş bir partinin üç dönemlik iktidarı boyunca dil ve kültürün ihtiyaç duyduğu dönüşümü hangi ölçüde üstlenebildiği önemli bir sorudur.Sokaklarda, ekranlarda akıp giden hayata hâkim olan amaç ve kaygıların yanında kitap merkezli faaliyetlerin ve kitapçıların tuttuğu yer üzerinden geçici bir karara varabiliriz belki.

Haberler birbirini izledi: Öncelik sırasını karıştırabilirim. Ankara’da önce Arif Ay yönetiminde yayımlanan, Nuri Pakdil’in “İnsan, seni savunuyorum sana karşı” şeklindeki cümlesini şiar edinmiş Edep dergisi yayın hayatında son verdi. Ardından kaç yılın emeğini biriktirmiş İhtiyar Kitabevi maddi açıdan ayakta duracak gücü kalmadığı için kendi kendini kapatmaya mecbur kaldı. İhtiyar Kitabevi Ankara’nın merkezinde. İbrahim Çolak sevilip sayılan çalışkan bir kültür neferi; 2013 yılı Eylül ayında Mısır ve Suriye katliamlarını protesto için Ankara’dan İstanbul’a yaptığı barış ve kardeşlik yürüyüşüyle de tanınıyor. İhtiyar Kitabevi’ne gidip de ortamını ıssız bulduğum olmadı hiç. Gençler uğruyordu, şairler yazarlar toplantılara katılıyordu, böyleyken kapanması bir hayli düşündürücü.

Vadi Yayınevi’nin kapandığı sırada da Ankara’nın çölleştiği hissine kapılmıştım. Atasoy Müftüoğlu’nun “defter”inin kapanmış olması bir diğer açıklanması kolay olmayacak haber. Müftüoğlu’nun yapıcı siyasal eleştirilerinin bir açıklama olarak gösterilmesi tuhaf olurdu. Müslüman özgüveni özeleştirisiz sahih olmaz. Belediyeler Müftüoğlu’nun siyasal eleştirileri nedeniyle kitap bağışını kesiyorlarsa, bunun esas neticesinin irfan noksanlığı olması hiç önemli değilmiş gibi…

AK Parti yetkililerinin son döneminde en çok vurguladığı kavram, hiç şüphesiz medeniyet. Bu kavram sıklıkla Sezai Karakoç’un mısraları eşliğinde dillendiriliyor. Elbette bir medeniyetin gökten zembille indiği düşünülmüyor. Bir medeniyete özgü değerleri layıkıyla kavramayı kendi çağımıza ve geleceğimize borçluyuz. Bu borcun ödenmesi ise bir dünya görüşünün amaçlarının doğru kavranmasından bağımsız görülemez. Beri taraftan bir dünya /hayat görüşünü kendi çağına özgü okumanın yolu bunu dert edinen zihinlere sahip olmaktan geçiyor. Layık olanlar, paradoksları imkâna dönüştürenlerdir zaten. Aliya’nın şu sözüne sıklıkla atıfta bulunuyorum: “Ben olsam Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere “eleştirel düşünme” dersleri koyardım. Batı’nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı budur.”

Bir hükümetin kültürel açıdan özel bir faaliyet içinde olması, kendine özgü bir kültürel bakışa ve tariflere ihtiyaç duyuyor. AK Parti hükümetleri nezdinde iki dönem boyunca kültür sanki ekonomik başarıların yanında ne olup bittiği o kadar da önemsenmeyecek bir alandı. Öyle ya, Hegel’den Bretch’e, Oppenheim’’dan Mahlmelbaf’a kültürel içerikli konuşmalarda atıfta bulunulan nice düşünür ve sanatçı “ekmek” ve “çiçek” arasındaki gerilimi konu almamış mıdır?

İSMEK’ler belediyelerin en başarılı kültürel hizmetleri gibi gelir bana. Birçok belediye kültürel faaliyetler alanında değerli hizmetler veriyor. Fakat bu hizmetler genellikle, gerçekleşen faaliyetin kalabalıklar tarafından takibi ön şartına bağımlı oluyor. Sükûnetle okuyup üzerine konuşmaya değil organizasyonlarla kalabalıkların katılımını gösteren faaliyetlere yoğunlaşmış zihinler; başarı ve varlık burada aranıyor. Oysa mesela istikamet sahibi bir okur olmak salt kalabalığı değil sabitkadem olmayı her halükarda besleyen bir ilim talebiyle gelişiyor.

Daha önce de yazmıştım: “Cahiliye” bilgisizlik hali değil, tahkik ve yorumdan uzak düşme halidir. Bunu şu sebeple söylüyorum. Kimi gruplar İslâmî değerler konusundaki duyarlıkları hesabına görüşlerine katılmadıkları düşünür ve yazarların çeşitli mahfillerde konuşturulmamasına dönük kampanyalar düzenliyorlar. Akla İran’da “İslam ve Müslümanların hesabına” Abdülkerim Suruş’u konuşturtmayarak ülkesinden uzaklaştıran gruplar geliyor. Sanki İslâm medeniyetinin bugün övünç duyuran sayfaları farklı hatta aykırı görüşlerle sürdürülen açık oturumlara borçlu değilmiş gibi! Sözün ikonlaştırılması işte böyle bir şey: Kendi görüşünü "hak olan sadece budur" deyip çerçevelemek. Oysa ilminle, yaşantınla kendi hakikatine inandırma sorumluluğu kusuru önce kendinde aramayı da bekliyor senden. Hep hasretle anılan, oysa hal içinde bir sorumlulukla anlaşılmayı bekleyen İslâm medeniyeti, ilimler savaşını besleyen tek boyutlulukla değil, ortak konuşma alanlarını yahut İslâmî bütünlüğü koruyup geliştirmek sayesinde temayüz etmiştir, edebilir.

ık suratlı bir disiplinle bildirilen her davranış bir bakıma özgürlüğe zıttır. Bununla birlikte insanlaşma sürecimiz ekmek ve gül, yani sosyal adaletle özgürlük arasındaki dengeyi sağlamakla ilerliyor.

AK Parti’yi 2000’lerde Türkiye’nin önemli sorunlarını çözme konumuna getiren birikimin arka planında İslâmcıların samimiyet ve özveriyle sürdürdüğü kültürel faaliyetler, kavramsallaştırmaya dönük çalışmalar, cami ve kitap merkezli bir hayat telakkisi var. Birleşik Dağıtım’a gider, kutularla kitap alırdık. Şehri dolaşır, panellere katılıp görüşlerimizi anlatırdık. Gecekondu mahallelerine giderdik, bildiklerimizi paylaşmak ve gecekondu halkının sorunlarına aşina olup çözüm yolları üzerine birlikte düşünmek niyetiyle. Tefsir toplantıları için hafta sonlarında İstanbul’un uzak semtlerine koşardık. Küçükyalı’da Mevhibe Kor’un Turgut Reis Apartmanı’ndaki dairesi, Okmeydanı’nda Hasibe Turan’ın ailesinin evi, Bakırköy İncirli’de Havva ve Ayşe Sulalar’ın evi… Kadınlar cemaat içinde sürdürdükleri faaliyetleri belediyelere de taşıdılar 1990’larda.

“Konformist”, “modernist” gibi nitelemeler küfür gibi sözcüklerdi. Şimdilerde kaba jakoben modernizmle veya laiklikle değil, incelikli arzu kapitalizmi veya sekülerlikle imtihan olunuyoruz. Kütüphaneler kapanırken AVM’ler açmaya devam ediyoruz. Yeni durumu bihakkın kavrayacak donanıma sahip olduğunuz söylenemez tabii. Kemal Derviş ismini olumsuz atıflarla hatırlıyoruz, oysa ekonomide hali hazırda onun neoliberal politikaları uygulanıyor. “Faiz” bir sorun değilmiş gibi ve saçıp savurarak yaşıyoruz, geçmişte başımıza gelenler yüzünden dünya nimetlerini hak ettiğimiz tesellisiyle.

Saçıp savurmak bilgisizlikten kaynaklanmıyorsa, yorum kıtlığından besleniyor. “Yedi Güzel Adam” değerli bir birikim, bir mücadele hâsılası. “Güzel” diye adlandırdığınız bir solukta birikmez, bir solukta harcanmaz da… Fakat bu güzelliklerin nasıl ve ne şekilde değerlendirildiği, alımlandığı öylesine önemli ki… Nuri Pakdil, Yedi Güzel Adam içinde son ayların en popüler siması. Hayatında hiç olmadığı kadar sosyal, hareketli ve kadraj içinde. Sosyal medyada kendisiyle çekilmiş fotoğraflar paylaşılıyor sürekli. Paylaşanlar onun nasıl göründüğüyle değil, kendilerinin bir Pakdilli fotoğrafları olmasının “keyfini” yansıtıyorlar. Ağırlıklı olarak gençlerin katıldığı birkaç toplantıda Put Yapımevleri kitabını okuyanlar olup olmadığını anlamaya çalıştım. İstanbul’un merkezinde, bir kitap fuarı salonunda gerçekleşen bir konferansta, salonda bulunan katılımcılar arasında Put Yapımevleri’ni kimse okumamıştı. Anadolu’da bir şehirde katıldığım bir toplantıda ise kitabı sadece Rabia isimli bir genç kız okumuştu.

Elbette okuma yolları çoğaldı. Metroda giderken bulunduğum kompartımanda yolcuların neler okuduğunu merak eder, anlamaya çalışırım. Yenilerde metroda not ettiğim birkaç isim: Rasim Özdenören, Post Öykü, Yeniden Çarmıha Gerilen İsa… Gençler hiç de okumuyor değil. Ancak kültür sanat enerjisinin bir kültürel faaliyet havası için kültürellik arayışında tüketildiği hissine kapılıyor insan.

Dünün başkaldırısı bugünün tüketim nesnesi. Sanki 7 Güzel Adam’ı bu günlere getiren niceliğin egemenliğiydi. Pakdil’e bunca ilgi gösterilirken, Mehmet Atak, Gülsüm Ekinci ve Murat Durmuş’un iki yıldır üzerinde çalıştığı Put Yapımevleri’nin hâlâ sahneye konulamamış olması düşündürücü değil mi? Mimar Sinan’ın Fındıklı’daki kentsel dönüşümle mahvedilmiş eseri Süheyl Bey Camii’nin başına gelenleri birlikte hatırlayalım:1958’de yol genişletme çalışmaları sırasında yıkıldı, geriye sadece minaresi kaldı.2010 yılında Vakıflar İstanbul Bölge Müdürlüğü yeniden ihya etmek için çalışmalar başlattı. Restorasyon çalışmaları sonucunda ise kubbeli, sekizgen yapılı caminin cam cepheli, çatılı yanında minaresi olan, AVM görünümlü bir yapıya dönüştürüldüğü çıktı ortaya.

Bütün bu eleştirileri ne sırf Kültür Bakanlığı’na ne de belediyelerin kültürel birimlerine yöneltiyor değilim. Beni ilgilendiren değer kıstası olarak görülen “rating” veya tiraj adına heba edilen okurluk potansiyeli. Kendini bir davaya ait hissetmiş insanların kitap davasını ömrün gençlik çağına hasreden yabancılıkları, “yanlış olgunlaşma” üzerine düşündürüyor. Arif Ay, Edep’in veda yazısında, “…yapmacık bir tebessümün çehrelere yapıştırıldığı bir süreç”ten söz ediyor. Sahip olma iddiası samimi teşebbüsleri ve niyetleri amatörlükle yaftalıyor. Sanki kitap düşünmek gençlik dönemine özgü bir hevestir! Değeri reyting üzerinden belirlemek niteliğin gelişmesine destek vermek anlamına gelmiyor.

Çeşitli imkânlarla hızlanan faaliyetler, okuma yolları ihmal edildiğinde meydana gelen yorumlama yoksulluğunun gölgesinden etkilenmeyebilir mi?Rene Guenon’un Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri kitabı şimdilerde elimizden düşmüyor olmasa da zamanında kütüphanelerimizde yer buldu. Görkemli açılışlar, “lansman”lı duyurular, şatafatlı törenler ve protokol konuşmaları misali kuşe baskı ciltler, hayatı doğru yorumladığımızı ve kültürlü olmayı iyi anladığımızı yansıtan göstergeler değil. Halkevi halkçılığı ne kadar yanlışsa, defile kalabalığının kültürel faaliyet heyecanı olarak takdimi de o denli yanıltıcı. Kadını kültüre katma konusunda büyük bir hamle anlamına gelen İSMEK adımlarının defile kalabalığına tahvil edilmemesi gerekirdi.

Anlam içeriğini devletten beklemek gerekmiyor kültürel konularda, tersine, kültürel sıçramalar bağ ayrıcalığına sahip zihinlerin çabasıyla gerçekleşir. Şimdiki zamanı yorumlayan kültürle inşa ediliyor gelecek. Anadolu şehirlerine yaptığım yolculuklarda, okuma yollarını yeniden canlandırmayı bir kaygı olarak gören gruplarda bir canlanma olduğu izlenimini ediniyorum. Gaziantep İmece Kültür ve Sanat Derneği, Adıyaman Gönül Kuşağı Derneği… Anadolu yeniden değerleri üzerine düşünüyor ve açıklamalarını biriktiriyor. Ankara’da Şehir ve Medeniyet Derneği etkinlikleri kapsamında ve Sadık Yalsızuçanlar’ın yönettiği “Nitelikli Okur-Yazarlık Kursu” sürüyor mu, bilmiyorum. Yenilerde katıldığım Siirt Kitap Fuarı, Tillo gibi bir derin arka plana sahip şehirde düzenlenen ikinci kitap merkezli faaliyet. Valiliğin ciddi desteği olmasa düzenlenmeyecek bir fuar, sözünü ettiğim. Bugüne kadar Siirt’ten kitap okuma heyecanını esirgeyen kim, diye düşünmeden edemedim. Barışı hak etmenin niye bu denli güç olduğunun sebeplerini anlıyor insan.

Uydular yükseldikçe kültürün alçalması gerekmiyor, yeter ki faaliyeti kalabalıklarla değil nitelikli öğrenme imkânıyla tarif edelim. Kültür, her desteği koşulsuz tarafgirlik üzerinden değerlendiren bir zihniyete terk edilemeyecek kadar önemli bir yapı. Türkiye'nin kültür sanat meselelerini ancak birbirimizi dinlemeye tahammül ederek konuşabiliriz. Tabii çeşitli konforlar adına paket yorumları tekrarlamayı veya önyargılarımızı dinlemeyi tercih etmiyorsak…