Dünyanın kahrını, elemini, kasvetini,  çekemiyorum, ah dostlar!

Hayat sanki bana zindan… Ne yapacağımı, nasıl hareket edeceğimi düşündürtmüyor…

Zaten dertler, kederler, hüzünler ve sorunlar hep beni bulur ve beni sarar!

Yok mu, bir yol gösteren!

Ne olacak bu halimiz? Hayatlar kayıyor elimizin altından; ne yaşadığımızın ne de düşündüğümüzün farkındayız… Zamanı su gibi harcıyoruz, ama ne kızan var, ne de uyaran! Hep böyle mi gitmeli bu hayat… Niçin uyaran yok, uyarıldığında uyan yok?

Hayat bütün ağırlığıyla çökmüşken iki omzumuza, onurlu bir yaşam vermeli değil miyiz?

Elbette sıkıntılar olacak, elbette dert, keder, hüzün olacak! Ancak bana düşen dünyayı 'aşma', 'öteler ötesini' düşünme ve kendime çeki-düzen verme olmamalı mıdır?

Hayatın dağdağasıyla nasıl başa çıkabiliriz, söyler misiniz?

Bir taraftan geçim derdi; aş yok, iş yok, evde çocuklar aç- biilaç yatıyorlar. Bir taraftan zulüm karartmış dünyamızı, duygularımız körelmiş, karanlıktan çıkış için mum arıyoruz! Aydınlığa çıkmaya hasret!

Ama gün gelecek bir yiğit haykıracak zalimin suratına zulmünü ve bir yiğit aydınlatacak yolculara yolu; bilgiye susamış hikmet ehline, düşünmeyi ciddiye alanlara 'vahiy' ile farkına vardırtacak hayatın biteviye sorunlarının…

İşte biz, işte sorunlarımız… Niye konuşamıyor, soramıyor, dertleşemiyoruz? Oysa paylaştıkça azalır kahırlarımız… Hayatı kolaylaştırma adına sevmeyi, sevilmeyi; sevgiyi çoğaltarak paylaşmayı düşünmüyoruz…

Ben; çağlayan ırmak gibi yaşamayı, hayatı kahredercesine düşünmeyi, nehrin şelaleye dönüştüğü yerdeki coşkuyu, sağanak yağmur gibi rahmeti bağrımda taşımalıyım.

Yabancılaştık! Hayatımızı umursamaz olduk! Akrabalardan sıla-i rahmi kesmiş, arkadaş çevremizi daraltmış ve düşünceyi dumura uğratmış bulduk kendimizi… Problemlerimiz şaşkına çevirmiş bizi… Salt ben mi böyleyim?  Yerli yerinde davranma ve düşünme hak getire! Anlamsızlık ve sorunların yoğunlaşması, sorumsuzlukla birleştiğinde bir girdabın oluşmasının zemini haline geliyor…

Hepimiz aynıyız ve birbirimize benzeriz…

Nasıl çözeriz sorusu kulaklarımda çınlamakta!

Önce kendimizi tanıma –eksilerin deyimi ile 'kendini tanıyan rabbini tanır'- ve çözümlemeyle başlamalıyız. Kendi derinliklerimizi irfanın çağıltısına dönüştürmeli ve ahlakın kucağına teslim olmalıyız. Ancak, tanımadan keşfedemeyiz, kendimizi keşfetmeden de doğru tanımlamalara ve çözümlemelere ulaşamayız…

Ben kimim? Başlamalıyım kendimi tanımaya; ben iyiliği ve kötülüğü birlikte taşıyan bir varlığım, irade sahibiyim, duygularım var ve duygularla ortamı etkileyebilen ve ortamdan etkilenen biriyim. Kalbim; değişim ve dönüşümün sağlandığı ana mekân; aklımla irademi kullanmayı sağlar, dengelere göre eğim kazanırım.

Biraz somutluk lütfen!

Bir tarafta şeytan ve ondan etkilenen heva ve tutkular, diğer tarafta ise -'risalet'- vahiy ve peygamber ve ondan etkilenen ruhi boyutum…

Kendimi biraz daha yakından tanıyarak dengelerimi görmeye ve tanımaya çabalamalıyım… Bana düşen; kendimi kontrol etmeye alışma, konumumu belirleme adına zihnimi yormadır. Bir zihni tabloyu tasvire çalışayım:

Beni karanlığa ve aydınlığa çağıran bir ses eşliğinde; ölgün ışıklı buz gibi, tabanı ölü soğuğu gibi bir beton, duvarları bir ceset gibi çıplak, günün yirmi dört saatinde sadece bir dakika gün ışığı gören bir odanın sakini yaşamdan ne kadar zevk ve haz alabilirse bende o kadar hayattan zevk ve haz alabilirim… Ancak günışığı bir dakikadır ve zaman su gibi akmaktadır. Gün ışığını kaybettiği zaman odadaki adamın gireceği ruh hali ile benim zevk ve hazlarım sonrası akıbetim aynı olacaktır.

Evet! Kendimle, dostlarımla, çevremle ve rabbimle barış imzalayabilme adına ne yapmalıyım? Bunu düşünme zamanı gelmedi mi?

Hayatımı kolaylaştırma, sorunlarımı aşma, düzeyli tavırlar geliştirmemi, erdemli olmayı yaşamın odağına koymamı sağlayacak şey; güneşi gören otların canlanması gibi benimde Rabbimin bana Resulü aracılığıyla gönderdiği vahyin ışığını almak için bütün algılarımı harekete geçirmem gerekiyor…

Sabrı, sebatı öğrenen, merhameti ve affetmeyi becerebilen, onurlu ve fedakârlığı göz ardı etmeyen biri olmak ne güzel değil mi?

Kutlu örnekliğe tabi olmak, arkadaşlarını (sahabeyi) yıldızlar gibi yol kılavuzu yapmak, beni saptırmayan, istikameti doğru, sağlamlaştırılmış bir yola çıkarmaz mı?

Bir düşünün! Güzel, canlı, neşeli, hasreti sona ermiş, cıvıl-cıvıl, hareketli, duyarlı ve yaşamı kolaylaştırıcı tüm öğeleri kendinde barındıran bir canlı ilişki düzeyini hayatın vazgeçilmezi yapmak vahyin sıcak soluğuna duş alırcasına girme değil midir?

Nereden nereye…

Hayat böyle bir zihin akışı gibi akıp gidiyor. Nasıl ki zihni kontrol etmek doğru zamanı kollayarak davranmayı sağlarsa; hayatı kontrol etmekte ancak zaman ve zemini kollayarak davranışlar üretmeyi sağlar…

Problemler, dertler, kederler, hüzünler, yılgınlıklar, kötümserlikler, başıboşluklar sürüp gidiyor. Ama sürüp gitmesi de hayatı çekilmez hale getirmektedir. İşte bu kargaşa ve karmaşa arasında yaşamın bütün ağırlığını omzumda hissediyorum…

Bana ne olmuş böyle, ben ne yapıyorum?

Yanlış bir şeyler var! Yanlışlıklar düzeltilmiyor! Acaba, ben olmam gerektiği gibi olamadığım, yapmam gerekeni doğru zemin ve zamanda yapamadığım, düşünmem gerektiği halde düşünemediğim için mi?

Hayatlar kayıyor…

Sizce de düşünmeye değmez mi?