Cumhuriyet'in kuruluşundan bir yıl sonra yürürlüğe giren 1924 Anayasası'nı bir yana bırakırsak, sonraki iki anayasa da darbe dönemlerinin ve darbe iradesinin egemen olduğu anayasalardır. Bunlar, 1961 ve 1982 anayasaları olarak bilinmektedir. 1961 Anayasası'nın hazırlanışı ve halka sunuluşu daha demokratiktir. Bu gerçeği görmezden gelemeyiz. Nitekim, halkoylamasında % 61 oyla kabul edilmiştir. 1982 Anayasası ise tam tersine baskı ortamında ve aleyhinde konuşmaların yasaklandığı bir ortamda halka sunulmuş ve kabul edilmiştir. Burada, oyların renklerinin bile zarflarda görülmesi sağlanmıştır. Bir deyişle buna "korku anayasası" demek mümkündür.

Türkiye, ilk kez darbe etkisinin olmadığı bir anayasa hazırlığı içindedir. Hazırlanan taslak geniş bir tartışma ortamından sonra TBMM'ye gelecek, orada kabul edilecek ve sonra da halkoylamasına sunulacaktır. Sonuç, uzun bir süreçten sonra alınacaktır. Bir partinin sayısal üstünlüğü, o anayasanın, o partinin anayasası anlamına gelmez, gelmemelidir. Burada dikkat edilecek olan, sayısal üstünlükteki partinin, uyarıları dikkate alması ve uzlaşmaya önem vermesidir. O nedenle daha şimdiden, yeni anayasaya, darbe anayasasına inat "parti anayasası" yakıştırması yapılması doğru değildir. Bunu doğru bulmak demek, kanımca, "darbe olsun, onlar anayasa yapsın, bizler ona layıkız" demektir.

YÖK'le ilgili düzenleme nasıl olmalı?

Üniversite kavramı ilk kez 1961'de anayasada yer almıştır. 1924 Anayasası'nda üniversite yoktur. Doğru olan da budur. Üniversiteler evrensel kurallara göre çalışırlar. Her ülke kendine göre bir üniversite biçimi sergileyemez. Evrensel kuralın başında "özerklik" gelir. Buradaki özerklik idari ve akademik özerklik kavramlarını kapsar. Cumhuriyet'i kuranlar doğru olanı yapmışlardır. Nitekim, üniversitelere özerklik ve özgürlük getiren ilk üniversite yasası 1924 Anayasası döneminde 1946'da yürürlüğe girmiştir. Demek oluyor ki; üniversite yönetim şeklinin illa anayasaya yerleşmesi gerekmiyor.

27 Mayıs İhtilali'nin ürünü olan anayasa, üniversite özerkliğini yasadan anayasaya taşımıştır (m. 120). Burada üniversitelerin devlet eliyle kurulacağı ve üniversitelerin "bilimsel ve idari özerkliğe" sahip olacakları yazılmıştır. Böylece üniversiteler, ilk kez anayasal kurum olmuşlar ve evrensel kurallar anayasada yer almıştır. 12 Mart 1971 darbesini yapan güçler, bu iki evrensel kurala tahammül edemedikleri için idari ve bilimsel özerklik sözcüklerini sadece, "özerk" olarak değiştirmişlerdir. Bununla üniversite özerkliğine sınırlama getireceklerini düşünmüşler; çıkardıkları 1973 yasasında, idari özerkliğe bazı sınırlar getirmişlerdir. Ancak, İstanbul ve Ankara üniversitelerinin Anayasa Mahkemesi'ne açtıkları iptal davaları sonucunda Mahkeme, özerkliği daha geniş düşünerek, idari özerkliğe ters düşen maddeleri iptal etmiştir. Dolayısıyla, kısa ömürlü olan bu yasa, 1975-1980 arasında, üniversitelere tarihin en geniş özerkliğini yaşatmıştır.

12 Eylül 1980 darbecileri 1981 tarihli Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Yasası ile üniversitelerin özerkliklerini kaldırmış ve üniversiteler, "üniversiteler bilimsel özerkliğe sahip" kurumlar olarak tanımlanmıştır. 1973 yasasındaki "özerk" sözcüğünün daha geniş özerklik anlaşıldığından ders alan Doğramacı ve darbeciler, bu kez "bilimsel özerklik" diyerek özerkliğe gerçek anlamda sınır getirmişler ve idari özerkliği yok etmişlerdir. YÖK'ün bu maddesi, bir yıl sonra çıkan 1982 Anayasası'nda aynen yer almıştır. Dünyada belki de anayasadan önce yasa çıkaran ve yasa maddesinin anayasa maddesi olduğu tek olgu budur. Bu yasayla üniversite sıradan bir kurum durumuna düşürülmüştür. Evrensel kuralın sadece "bilimsel"i kalmışsa da uygulamada görüldü ki; Türkiye'de idari özerklik yoksa akademik özgürlüğün de bir değeri yoktur. Bizim ülkemizde idari özerklik akademik özgürlükten önce gelir. Sistem, bir öğretim elemanını her an işten atabiliyor, sürgün edebiliyor ve işe alamıyorsa, o sistemde bilim özgürlüğü asla olamaz. Nitekim 25 yıllık deneyim bunu göstermiş; üniversiteler suskunlaşmıştır. Darbeciler, "bu kadarı da fazla olur, dünyaya ters düşer rezil oluruz" demeselerdi, kuşkusuz bilimsel özerklik de yasaya konulmazdı.

YÖK Yasası'nı çıkartan irade bugün de iş başındadır. Bu irade, Türkiye'de hangi siyasal anlayışı egemen kılmak istiyorsa, üniversiteleri o yönde kullanmaktadır. Yayınlanan darbe günlüklerinde de bunu açıkça görüyoruz. Bunun temel nedeni idari özerkliğin olmayışıdır. Bugün üniversiteler ciddi bilim üreten kurumlar olmaktan çok ülke yönetimine el atan, zinde güçler tarafından yönlendirilen siyasal organlar haline gelmişlerdir. İki de bir rektör toplantıları yapmak, önceden hazırlanan metinleri rektörlere ayakta alkışlatmak, sıkça Anıtkabir'e yürüyüşler düzenlemek başlıca kanıtlardır. Nitekim, ortada hiçbir gerekçe yokken, yasada yeri olmayan ve uydurulan Rektörler Komitesi yeniden toplanmıştır. Artık kabak tadı veren bu toplantıların inandırıcılığı da kalmamıştır. Dağ başındaki çoban bile bunlardan usanmıştır. Sonuçta, üniversite gibi, her ülkenin olmazsa olmaz bilim kuruluşu üniversitelerin saygınlığı yitip gitmektedir. Toplantılarda bilim adamı ağırlığı görmezlikten gelinerek, üyelerinin ve alkışlayıcılarının profesör unvanlı rektörler olması işin bir başka ayıbıdır.

Teziç yeni kahramanlık peşinde...

Yeni anayasa yapımının gündeme geldiği günümüzde bu tür toplantılardan anayasa önerisi çıksa, değişikliklerle ilgili görüşler açıklansa, inanın herkesin saygısı artacaktır. Yirmi beş yıldır değiştirileceği söylenen YÖK Yasası için bile bugüne dek en ufak bir tasarı hazırlayamayan, kendi söküğünü bile dikemeyen bir kurul, anayasayı nasıl hazırlar, ciddi ciddi düşünmek gerekir. Bizce yapmaları gereken, bir maddelik yasayla kendilerini "fesih" etme önerisinde bulunmalarıdır. Türkiye'yi sıkıntıya sokan böylesi kurullarla yapılan toplantılara artık son verilmelidir.

Üniversite öğretim üyeleri bugün, gündüz gözünde elinde lamba ile saygınlık arayışı içindedir. Tepedekilerin siyasal davranışları yüzünden öğretim üyeleri, yiten itibarlarını aramaktadırlar. Her biri büyük ekonomik sıkıntı içindedir. Türkiye'nin dört bucağına açılmış 83 kamu, 30 vakıf üniversitesi, öğrencileri ve velileriyle birlikte, nitelikli öğretim ve bilim arayışındadır. Son beş yılda liseyi bitirenlerde % 40 artış varken, kontenjanlar % 10 bile artmamıştır. Bütün bunlar, yönetici bildikleri kişilerin umurunda değildir.

YÖK Başkanı Teziç'in tek şikayeti, altındaki makam arabası Mercedes'in 14 yıllık olmasıdır. Utancından arabasının plakasını değiştirdiğini söylemektedir. Oysa, YÖK Başkanı, öğretim elemanlarının geçim dertlerinden, üniversitelerdeki yetersiz ve dengesiz öğretimden, üniversiteye girişteki adaletsizlikten şikayetçi olmalı ve utanmalıdır. Başkan, kendi deyişiyle, devlet iktidarının güdümünde hareket etmekten bıkmadı mı? Kalan iki aylık süresini yeni bir kahramanlık yaratarak mı bitirmek istiyor? İnsanın aklına ister istemez bu sorular geliyor. Üniversitede kahramanlık; bilimle, üniversite özerkliğini ve öğretim elemanlarını savunmakla sağlanmalıdır.

Hazırlanmakta olan taslaktaki Yükseköğretim Kurulu maddesi hiçbir yenilik getirmiyor. İki madde tek madde halinde yeniden yazılmıştır. Üniversiteler için, tıpkı 1982'deki gibi "bilimsel özerk kurumlar" denilmiştir. Nerede kaldı idari özerklik? Türkiye'de, yukarıda söylediğimiz gibi asıl olan idari özerkliktir. Oysa tıpkı 1961'deki gibi "idari ve bilimsel" özerklik kurumlar ya da 1973'teki gibi "özerk kurumlardır" denilmelidir. Sadece bilimsel özerklik denildiğinde, çıkarılacak olan yasanın, bugünden farklı olmayacağı anlamına gelir. Bir paragrafta (2) öğretim üyelerinin serbestçe yayın yapabileceği yazılmıştır. Bu da eskisinin aynıdır. Deneyimle biliyoruz ki, idari özerklik olmayınca, öğretim elemanları serbestçe yayın yapamazlar. Daha yakın geçmişte Gazi Rektörü Kadri Yamaç, bir profesörü konuşmasından ötürü gece yarısı görevden almıştır. Bu ve benzeri olaylar çokça yaşandığı gibi, öğretim elemanları da başlarına gelecek beladan korunmak için suskunluğu yeğlemişlerdir. Üniversite bu ise ve böyle algılanıyorsa, fazla söze gerek yoktur. Kenan Evren kafasının söylediği, "Özerklik iyiyse her kurumu özerk yapalım" mantığı taşınıyorsa sorun yoktur.

Üniversite denildiğinde ilk akla gelenin "türban" anlaşılması da ilginçtir. Üniversite yöneticilerinin de türbana koşullanması bir başka tuhaflıktır. Yetmiş beş milyon insanın enerjisini sırf bu giysiye odaklamak da Türkiye'ye yapılacak en büyük kötülüktür. Yıllardır sürüp gelen bu enerji yitimine artık son verilmelidir. Rektörler için türban "ben senden daha Atatürkçüyüm" yarışına dönmüştür. Anayasada türbanın serbest bırakılması türü çıkarılan söylentiler, üniversite için mutlaka gelmesi gereken düzenlemeleri, özerkliği ve akademik özgürlüğü geri bırakmıştır. Bir yazar çıkıyor, "serbest bırakırsanız türbansız öğrenci kalmaz" diyor. Yaptığı seçim tahminleri doğru çıkıyor diye bir kısım devlet iktidarcıları hemen bu söze sarılıyor. Oysa, 1997'ye dek serbestlik vardı; böyle bir beklenti gerçekleşmemiştir. Başka bir bilim adamı, "kadınların sosyal yaşamı tehlikeye girebilir" benzeri sözler söylüyor, fırsatçılar bu kez bu söylemi kucaklıyorlar. Aynı kişinin, "türban yasağı anti-demokratiktir, bu konuda kararım kesin" sözü ise duymazlıktan geliniyor. Buradan da anlaşılıyor ki, bu ülkede herkesin sağduyuya gereksinmesi vardır. Rektörler, düşünmek dahi istemiyoruz; ama kargaşa olur da yeni oluşumda yeniden rektör olur muyuz telaşındadırlar. Kısacası, devlet iktidarının organları başta olmak üzere yurttaşların neredeyse tamamı siyasallaşmış vaziyettedir. Artık buna dur denilmelidir. Üniversite, bilimin yol göstericiliğinde olaylara en çok sağduyu ile yaklaşması gereken kurumdur. Oysa, bir bakıyoruz ki, üniversite gerginlik ve kargaşa yaratıcı bir tavır içindedir.

Atatürk türbana karşı değildi...

Başörtüsü ya da türbanın üniversitelerde serbest olması anayasa hükmü olamaz, olmamalıdır. Günlük konulara göre anayasa maddesi düzenlenemez. Türkiye gibi bir ülkeye böyle düzenleme yakışmaz. Aslında üniversitelerle ilgili yasaya da konulmamalıdır. Serbestlik, din, ideoloji ve inanç temelinde değil, insan hak ve özgürlükleri düzeyinde düşünülmelidir. Üniversite, devletin kurduğu; fakat devletin dışında olan kurumlardır. Burada evrensel ilkeler geçerlidir. Dünyada gelişmiş demokratik ülkelerin hepsinde giysi özgürlüğü vardır. Çünkü, üniversite, özgür ortam kurumudur; öğrenciler ancak böyle bir ortamda gelişirler. Korku, baskı ve yasakçı ortamda gelişmenin olmadığı, tersine gerilemenin ve suskunluğun, korkaklığın yeşerdiği bilinmeyen bir şey değildir. Öyleyse, kılık-kıyafet serbestliğini insan hakları ve evrensel üniversite ölçütleri içinde anlamak gerekmektedir. Birey, tanınan bu hakkı, ister inancına ister ideolojisine ve ister düşüncesine göre kullandığını bilir. Ama devlet, insan hakları açısından bakmak zorundadır.

Türkiye korku toplumu olmaktan kurtulmalıdır. M.Kemal, "Korku üzerine hakimiyet bina edilmez." demiştir. Üzülerek söylemeliyiz ki; başta üniversite yöneticisi YÖK'çüler olmak üzere korku üzerine egemenlik kurma yarışındadırlar.

YÖK Yasası'nın ek 17. maddesi aynen şöyledir: "Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir". Bu madde için Anayasa Mahkemesi'ne dava açılmış ve iptal edilmemiştir. Aynı maddeyi anayasaya koysanız ne çıkar? Önemli olan bu maddenin uygulanmasını sağlayacak iradenin ve zihin yapısının olmasıdır. Serbestlikle ilgili bundan daha açık hüküm olabilir mi? Avrupa Mahkemesi'nin kararı da bu tür konuları ilgili ülkenin hukuku belirler bağlamındadır. Yani, AİHM yasak koymamıştır. İç hukukta ise durum yasada belirtildiği gibidir. Öyleyse şimdiki durum nedir? Bugünkü sonuç "dayatma" ürünüdür.

Tevhid-i Tedrisat Yasası uyarınca Gazi M. Kemal ve Cumhuriyet iradesi, İstanbul Darülfünunu'na bağlı bir ilahiyat fakültesi açılmasını istemiştir. Bu fakülte, Cumhuriyet'in ilk rektörü İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu tarafından 07 Mayıs 1924 günü törenle açılmıştır. Rektör, açış konuşmasında şunları söylüyor: "Darülfünun, öğrencinin kıyafetiyle meşgul olmaz. Yalnız kendi gayesiyle uğraşır. Sarıklı ve sarıksız; fakülteye girme koşullarını taşıyan bütün gençler kurumdan faydalanacaklardır."* Bundan 83 yıl önce, M.Kemal'in huzurunda bu sözler söylenmiştir. Baltacıoğlu'nun dediği gibi, üniversite kendi gayesiyle uğraşmalıdır. Gaye de, bilime ve akla inanmış beyinler yetiştirmektir. Onun gayesi, siyasallaşmak ve üniversiteye girme koşullarını taşıyanların kıyafetiyle uğraşmak olmamalıdır. Önemli olan, bu genç kızlarımızı okumamış olmaktan kurtarmaktır. *M.Tahir Hatipoğlu, Türkiye Üniversite Tarihi, 2. Baskı, Selvi Yayınları, 2000.

 

PROF.DR. M. TAHİR HATİPOĞLU - Tüm Öğretim Elemanları Derneği Başkanı