Mali'de neler oldu? Sömürgeci statüko yeniden kuruldu. Fakat Mali neresidir? Timbuktu, Sokoto, nerededir, bunları ülkemizde bilen pek azdır. Bir zamanlar Orta Afrika'da yüksek bir İslam kültür havzası varmış. Burası ilim, kültür ve refah merkezi olmuş. Nice alimler yetişmiş. Kendine özgü bir mimarisi ve hayat tarzı varmış. Tarım ve hayvancılıkta gelişmiş bir coğrafyaymış. Sonra? Sonra Batılı sömürgeciler üstün silahları ve siyasetleriyle gelmişler. Çekirge sürüsü gibi istila etmişler. İnsan yerine koymadıkları zencilerin şehirlerini, köylerini yakıp yıkmışlar, onları köle olarak yeni kıtaya taşımışlar. Afrika İslam uygarlığı böylece sona ermiş.

Uygarlıkların, büyük kültürlerin sona ermesi tarihin önemli konuları arasındadır. Genellikle kendiliğinden yok olmazlar. Zayıf düşerler ve fırsat kollayan bir barbar veya daha güçlü bir kavim tarafından yok edilirler. Eski Yunan'a ve Mısır'a Roma, Roma'ya Germen kavimleri son verdi. Amerika'nın eski uygarlıkları, daha kuvvetli olan sömürgeci,  istilacı Batı ülkeleri tarafından yok edildi. İslam uygarlığı en büyük darbeyi Cengiz, İspanya (Endülüs) ve Haçlılardan yedi. Fakat konu eski kültür ve uygarlıkların yok edilmesi olunca İngiltere'nin eline kimse su dökemez. Amerika, Avustralya, Yeni Zelanda, Afrika, Hind kıtası.  Biz burada Hint kıtasından bahsedeceğiz.

Hindistan'da Babür devletinden kalan büyük bir Türk – İslam kültür havzası vardı. 19. Yüzyılda İngilizler geldiğinde Hindistan'ın büyük kısmı, özellikle Kuzey kısımları Müslüman devletlerin ve kültürlerin hakimiyeti altında idi. Ve buralarda büyük bir Türk – İslam – Hint kültür sentezi söz konusuydu. Yüzyıllar içinde bölgede kendine özgü birlikte yaşama dengesi kurulmuştu. Şam, Bağdat, Endülüs, Maveraünnehir, Kahire ve İstanbul havzalarında olduğu gibi.

Hindistan'da İslam bütün kurum ve kuruluşlarıyla, özellikle de mimarisi ve yaşam tarzıyla varlığını 19. Yüzyıla kadar korudu. İmam-ı Rabbani, Dehlevi, İkbal gibi dev şahsiyetler yetişti. Sonra? Sonra Cengiz nasıl Maveraünnehir şehirlerini yok ettiyse, Hülagü Han nasıl Bağdat'ı yok ettiyse, İngilizler Hindistan'daki birikimi yok etmiştir. Hem de aynı yöntemlerle.

İngilizler bu kıtaya dışarıdan, müdahaleci bir güç olarak geldi. Önce Doğu Hindistan Şirketi, sonra askeri güç olarak. Bölge insanlarını hiç tanımadıkları bir teknik, siyaset ve hayat tarzıyla hazırlıksız yakaladı. Ülkenin kendine özgü kast sistemi, işgalciler için bir avantaj oluşturdu. Fakat yerlileri aşağılayan, efendi bakışlı ve cüretkar tarzları rahatsızlık doğurmakta gecikmedi. 19. Yüzyılın ortalarında büyük bir isyan girişimi yaşandı.

1850'lerde Hindu ve Müslüman halk, İngilizlere karşı bir isyan başlattı. Fakat bu planlı bir hareket değildi. Teknik olarak çok gerideydiler. Belki daha önemlisi, strateji ve siyaset olarak pek saf kalıyorlardı. Onları kandırmak çok kolaydı. Sipahi isyanı olarak tanınan olay, düzensiz bir halk ayaklanmasıydı. İngilizler, o zaman zaten normal bir insan olarak görmedikleri Hindu ve Müslüman isyancılara (zenciler!) karşı acımasız bir sindirme savaşı başlattı.

Bu isyanın bastırılmasının ne kadar acımasız olduğu konusu, tarihin karanlık kuyularında saklı kalmıştır. Esasen ayrıntılarıyla ilgili kayıtlar, hatta kitaplar mevcuttur fakat pek bilinmemektedir. Oysa zaman zaman hatırlamakta fayda vardır. Nefreti çoğaltmak için değil, dünyaya insan hakları, soykırım dersi vermeye kalkanların hafızalarını tazelemek için.

Hindistan'da malum, Müslümanlar ve Hindular yaşıyor. İngilizler onlara ders vermek için en kutsal saydıkları şeylere saldırıyorlar. Dinen yasak saydıklarını yaptırıyorlar. İngiliz komutanlar, "bütün bu zencileri" yok etmeye ant içmiştir. Yolları üzerindeki köyleri ve tarlaları yakarak ilerlerler. Kadın çoluk çocuk demeden halkı katletmekle yetinmez, türlü işkence yöntemleri icat ederler. Müslümanları domuz derisine sarıyor, domuz etini zorla yutturuyorlar. Hinduları ise inek derisine sarıp zorla etinden yediriyorlar. Daha sonra bu deri torbalarını sıkıp içindekini boğuyorlar. Müslümanları yakıyor, Hinduları gömüyorlar.

Bu katliamlar sırasında Londra'da medya tam bir savaş çığırtkanlığı yapıyor. The Times şöyle yazıyor : "Yıkılan her kilise için elli camiyi yerle bir etmek, öldürülen her Hıristiyan için bin asiyi infaz etmek lazım." Gerçekten de İngiliz askerler öyle yapıyor. İşgal ettikleri toprakların halkı onlara isyan etmiş oluyor. Ünlü romancı Charles Dickens da heyecana kapılıp "Hindistan'da başkomutan olmak isterdim" diyor, "bu Doğu ırkını dehşetle vurup soylarını dünya yüzünden kaldırmak için elimden geleni yapacağımı ilan ederdim."

Bu atmosferde neler yapılabileceğini düşünebiliyor musunuz? Zaten yapılmıştır. Kitaplar bunların kayıtları, tasvirleriyle dolu. Hindistanlıların değil,  bizzat görev yapan İngiliz askerlerin yazdığı kitaplarda. İngiliz ordusunda İrlandalı askerler de var. Onlardan biri, kendi ülkesinde yaşananları da örnek göstererek şöyle diyor:

"Her zaman ve her yerde olduğu gibi, bir ülkeyi istila edip zenginliklerine el koymak için ahlaki bahaneler uydururlar."

Bir başka İngiliz asker şöyle diyor : " Bize bir ayaklanmadan söz edilmişti. Oysa burada gördüğüm şey, bir ülkenin biz yabancılara karşı giriştiği bağımsızlık savaşı."

Ve Hind – İslam kültürünün altın kenti Lucknow. Her biri diğerinden güzel ve zengin yüzlerce  saray, köşk, bahçe, cami, tapınak bulunan şehir. İngiliz William Russel kentin tepesinde yer alan Dilkuşa Sarayı terasından aşağılara bakarak şöyle tasvir ediyor;

"Kentin sarsıcı güzelliğiyle dünyanın hiçbir şehri, ne Roma, ne Atina, ne de Konstantinopolis boy ölçüşebilir. Gök ve altın renginde saraylar, minareler, kubbeler görüntüsü; kemerler, sütunlar, güzel perspektifli uzun cepheler, teraslı çatılar; bütün bunlar çevreye kilometrelerce yayılan sakin bir yeşillik okyanusundan yükseliyor. Bu ışıltılı yeşilin ortasında, şurada burada bu masalımsı kentin kuleleri. Güneşin altında parlayan altın okları, kuleleri ve kubbeleri, yıldızlar gibi parıldıyor. "

İşte bu kent İngilizler tarafından yakılıp yıkılmıştır. Aynı yazar kentin iki hafta sonraki halini şöyle anlatıyor;

"Lucknow artık ölü bir kent. Muhteşem sarayları, top mermileriyle delik deşik edilmiş cepheleri ve kubbeleriyle artık sefil bir yıkıntı. Yüzyıllardan beri saraylarda biriktirilmiş sanat hazineleri ve değerli eşya, altına susamış ve "çapul sarhoşu" askerlerin yağmasına ve yıkımına terkedilmiş. Taşınamayacak kadar narin ya da büyük ne varsa kırıyorlar. Yerler, bu adamların parçalamaya çabaladıkları harika sanat parçalarıyla kaplı. "

Yıkım ve yağma sahnelerinin en korkuncu muhteşem Kayzerbağ Sarayı'nda yaşanıyor. Askerler değerli ağaçtan yapılmış kapıları kırıyor, inci işli ipek halılarla, çılgınca yırttıkları incecik muslinlerle tıka basa dolu sandıkları avluya çıkarıyorlar. Altın ve gümüş işlemeli kaşmir şallara gelince, değerli madeni alabilmek için onları yakıyorlar. Nefis yeşim koleksiyonlarını, Venedik aynalarını, billur şamdanları gözü dönmüş bir öfkeyle parçalıyor; fildişi ya da sedef kakmalı zarif eşyayı, müzik aletlerini, bağa kutuları ve paha biçilmez değerinden habersiz oldukları binlerce tezhipli el yazmasını yaktıkları büyük ateşlere atıyorlar. Öte yandan, değerli maden ve taş olan her şey için, altın ve gümüş tabak takımları, dehşete düşmüş kadınların kaçarken unuttukları mücevherler için kavgaya tutuşuyorlar. Zümrüt ve yakutlarını söküp çıkarmak için el işi nefis silahları, telkâri kalkanları, eski kılıç ve hançerleri parçalıyor, incilerini ve firuzelerini almak amacıyla kraliyet fillerinin ve atlarının eyerlerini yarıyorlar, dünyanın en gelişmiş uygarlıklarından birinin tanığı olan bu harikaları mahvediyorlar.

İşi, Çadır Menzil Sarayı'nın kubbesini kaplayan ince altın levhaları sökmeye kadar vardırıyorlar. Bunlardan yüz kilo kadarı Londra piyasasına ulaşacak, ganimet olarak satılınca akla hayale gelmedik fiyata alıcı bulacaktır.

Camiler de tapınaklar da aynı saldırıdan payını alıyor. Körkütük sarhoş İngiliz askerleri, Bara İmambara'nın yanındaki görkemli caminin içinde dans ediyorlar. Başkentin yağmalanması bir aydan fazla sürüyor. Ordu tonlarca ganimetle birlikte çekilmeye hazırlandığında, Lucknow'dan geriye harap bahçelerinde ve yıkık saraylarında akbabaların cesetlerden arta kalanları paylaştıkları hayalet bir kent kalıyor."

Bütün bunlar, William Russel'ın 1858'de yayımlanan Hindistan İsyan Günlüğüm adlı eserinden alınmış sahneler. Henüz Türkçeye çevrilmedi. Ben de Kanize Murat'ın Bir Devrimin Ruhu; Begüm adlı eserinden aldım. Önemli bir araştırma romanı. Tarih, yok edilen şehir ve medeniyetlerin hikâyeleriyle dolu. Hindistan en görkemli ve en hazin örnekler arasında.