Zaman hızla akıp gidiyor. Anayasa Mahkemesi'nin cumhurbaşkanı seçimini engelleyen "367 kararı" ile başlayan kriz devam ediyor.

O tarihten bu yana geçen iki buçuk yılı aşkın süre içinde, yeni, sivil ve demokratik bir anayasa düzeninin kurulması için ciddi herhangi bir adım atılmadı. Kısaca hatırlayalım: Anayasa Mahkemesi'nin TBMM'de 411 milletvekilinin oyu ile kabul edilmiş olan değişiklikleri, Anayasa'daki yetki sınırlarını aşarak iptal etmesi, bunun ardından gelen AK Parti ile ilgili kapatma davası, yine o tarihlerde açılan DTP davasının kapatmayla sonuçlanması, Sincan Mahkemesi'nin Cumhurbaşkanı'nın yargılanması yönündeki teşebbüsü üzerine başlayan tartışmalar, askerî ve sivil yargı uyuşmazlıkları. Listeyi uzatabiliriz. Bütün bu olup bitenler, Türkiye'nin âcilen yeni ve demokratik bir anayasa düzenine kavuşması gerektiğini açıkça ortaya koymuştu.

Artık sonuna geldiğimiz 2009 yılı, bu yeni anayasa ihtiyacının giderilmesi bakımından kayıp bir yıl olmakla birlikte, yeni bazı gelişmelere sahne oldu ve bu yönüyle de yeni anayasa ile ilgili beklentilerin seslendirilmesine imkân verdi. Bunlar arasında elbette "demokratik açılım" en önemli yere sâhip. Türkiye'nin çağdaş demokrasilerde var olan hak ve özgürlük standartlarına uymayan siyasî ve hukukî sisteminin temelden değiştirilmesi, "açılım"ın en önde gelen hedefi olmak zorunda. Örneğin Kürt sorununun çözümü bağlamında, anayasal vatandaşlık anlayışının kabulünden başlayıp Kürtçenin bir "anadil" olarak tanınması taleplerine uzanan pek çok noktada açılım, zorunlu olarak "Anayasal yenilenme" gerektiriyor. Sadece Kürt sorununun değil, genel olarak Türkiye'nin bir bütün olarak en yüksek çağdaş standartlarda demokratik bir idarî yapıya kavuşturulması için elzem olan kamu yönetimi reformu da bu "açılım"ın bir parçası olmalı. Kısaca, Türkiye'nin merkeziyetçi yapısının ve bu yapının temel özelliği olan "idari vesayetçiliğin" tasfiyesi gerekiyor ve bu da bir anayasa sorunu. Benzer bir biçimde, Alevi taleplerinden kaynaklanan sorunların çözümü için de din (diyanet)-devlet ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi de bir anayasa sorunu. Bunlara, hiçbir demokratik ülkede örneği bulunmayan askerî-sivil yargı biçimindeki iki başlılığın giderilmesi gerektiği ve bunun da bir anayasa sorunu olduğunu eklememiz gerekir. Son olarak siyasî partilerin kapatılması ile ilgili anayasa sorununa da işaret etmeliyiz.

DEMOKRATİK AÇILIMIN BAŞARISI

Buraya kadar söylenenler, 2007'de başlayan anayasa krizinin bitmediğini, tersine derinleşerek devam ettiğini gösteriyor. Geride bıraktığımız yıl itibarıyla, anayasa krizinin doğrudan AK Parti'yi ve dolayısıyla bugünkü siyasî iktidarı tehdit eden boyutlarının görünürlüğünü yitirmiş olması, krizin atlatıldığı biçimde anlaşılmamalıdır. "Demokratik açılım"ın gereği gibi gerçekleştirilememesi hâlinde, buradaki başarısızlığın geri dönüp AK Parti'yi yaralayacağı herhalde biliniyor olmalıdır. Sâdece bu siyasî nedenle bile olsa, AK Parti iktidarının 2010 yılında demokratik açılım konusunda somut ve hızlı adımlar atmasını beklemeliyiz. Bu adımların, "demokratik açılım" bağlamında yapılan hükûmet açıklamaları dikkate alındığında, yeni anayasa arayışını içerip içermediği ise tam olarak bilinmemektedir. Açılım ilk gündeme geldiğinde, anayasa ile ilgili konuların uzun vâdeye yayıldığı yönündeki yaklaşımın değişip değişmediği henüz belirsiz. Bununla birlikte, söylememiz gerekir ki, 2009 yılında yaşananlar, açılımın başarısının anayasal yenilenmeyle yakından bağlantılı olduğunu da göstermiştir. Bu nedenle, 2010 yılının yeni anayasa için bir yeni başlangıç olması gerektiğini de vurgulamalıyız.

Şimdi, yeni anayasa konusundaki bu "âcil gereklilik" tespiti doğru ise 2010 yılında bu gerekliliğin gerçekleşmesi bakımından ne ölçüde umutlu olabiliriz? Bu soruya hem iktidar, hem de muhalefet açısından, daha doğrusu Türkiye siyasetinin bu iki önemli kanadının tavırları bakımından cevap vermeyi deneyebiliriz.

İktidar açısından bakılırsa, 2007 genel seçimleri öncesinde başlayıp bir süre gündemin en ön sırasında tutulan yeni, sivil ve demokratik bir anayasa isteği, süreç içinde adeta sönüp gitmiş gibidir. Bunun nedenleri üzerinde akıl yürütebiliriz ve özellikle muhalefetin tavrı ve kapatma davası gibi oluşumları da burada hatırlayabiliriz. Her ne hâl ise iktidar yeni anayasa mes'elesini tamamen unutmuş olmasa da, uzun vâde diyerek belirsiz bir geleceğe ertelemiş görünmektedir. Bu erteleme, iktidarın kendi pozisyonu bakımından ve sırf siyasî iktidar hedefleri açısından bakıldığında, anlaşılabilir de. Şöyle bir "empati" yapabiliriz: AK Parti, mevcut anayasa düzeni içinde kendi iktidar konumunu pekiştirmek ve sürdürmek bakımından temel bir sorun yaşamadığı sonucuna varmışsa, neden 2007'den beri başına türlü işler açmış olan bir anayasal yenilenme peşinde koşmaya devam etsin? Tam aksine, belki de siyasi iktidarı ülke yönetiminde güçlü kılan 1982 Anayasası'nın bu haliyle devamını artık kendi iktidar mevkii bakımından yararlı bile buluyor olabilir. Eğer bu "hipotetik" tavır doğruysa, bunun Türkiye bakımından sakıncası demokratikleşmenin sekteye uğraması ise iktidar açısından tehlikesi ise yukarıda da belirttiğim üzere, açılımın başarısızlığa uğraması dolayısıyla ortaya çıkacak olan olumsuzluklardır.
 
Yeni anayasa konusunda muhalefetin tavrı ise daha ilgi çekici ve o ölçüde de anlaşılmazdır. Özellikle anamuhalefet partisinin, 2007'den itibaren, bırakın yeni ve demokratik bir anayasa için katkıda bulunmayı, her türlü anayasa değişikliğine karşı çıkan tavrı gerçekten anlaşılmaz bir tavırdır. Muhalefet olmanın doğası gereği siyasî iktidar ile mücadele etmekte olan ve sırf bu nedenle siyasî iktidarın güçlenmesine engel olması gereken muhalefet, siyasî iktidarın mevcut gücünü artıran anayasa düzeninin değişmesine gerçekten hangi sâiklerle karşı çıkmaktadır? Dar siyasî iktidar mücadelesi perspektifinden bakıldığında anlaşılmaz görünen bu muhalefet tavrını acaba anlaşılır kılan, daha yüksek siyasî ve ahlâkî amaçlar mı söz konusudur? Türkiye'nin çağdaş standartlar bakımından en ileri demokrasilerle aynı düzeye gelmesi için nelerin yapılması gerektiğini ortaya koymak yerine, mevcudun muhafazası anlamına gelen bir siyasî tavrın, ne gibi bir "yüksek siyasî ve ahlâkî amaç" peşinde olduğu gerçekten açıklanmaya muhtaç bir durumdur.

Her hâlükârda, iktidarın da muhalefetin de yeni bir anayasa konusunu 2010 yılında da gündeme getirmemeleri için, kendilerine göre haklı nedenleri olabileceği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, Türkiye'nin âcil ihtiyaçları arasında ön sırada bulunan yeni ve demokratik bir anayasa düzenine kavuşmak için, bu konuda orta ve uzun vâdede risk altında bulunan AK Parti iktidarının yeni bir girişim başlatmasını bekleyebiliriz. Bu beklenti, elbette, yeni anayasa konusunda, 2007-2009 tecrübesi de göz önüne alındığında, Türkiye toplumunu gerçekten tam olarak temsil edebilecek bir yeni bir siyasî yöntemin ortaya konulması gerektiğini de kapsamaktadır. Bu bağlamda, örneğin muhalefetin yeni anayasa bir yana anayasa değişikliğini bile gereksiz gören tavrına karşı, Türkiye toplumunun değişik kesimlerinin yeni anayasa taleplerini dikkate alarak ve bu kesimleri yeni anayasa sürecinin vazgeçilmez özneleri hâline getirerek yumuşatmak veya kırmak mümkündür. Bu beklentiler gerçekleşebilecek mi? Şimdilik bilmiyoruz. Gerçekleşmeli mi? Hiç kuşkusuz, "evet": "Yeni yılda yeni ve tam demokratik anayasa!"

Kaynak: Zaman