Amerikalılar ve dünya Bush'un halefinden özellikle de dış politika alanında büyük bir değişim beklerken, politikaları bizzat başkanın değil hükümetlerin ve lobilerin belirlediği unutuluyor. Üstelik iki adayın da seçtiği danışmanlar mevcut çerçevenin pek de dışına çıkan isimler değil
Göreve başladığı ilk günde her yeni ABD başkanı, çok çeşitli isteklerin tezahürü olan bir nevi yarı tanrı gibi gelir insanların gözüne, ama yıllar geçtikçe başkanın bu ümitleri yerine getiremeyeceği anlaşılır. İşte bu döngü yeniden başlıyor, Amerikalılar yeni bir başkanın eskisinin hatalarını düzeltmesini, ülkeyi kalıcı bir barış ve refah çağına sokmasını bekliyor.
Bu sefer beklentiler her zamankinden daha uçuk üstelik. Genç ve karizmatik senatör Barack Obama Washington'ı adam etmek, ABD ve dünyayı kurtarmak isteyenlerin lideri olarak çıktı meydana. Sloganı 'Evet, yapabiliriz' ile taraftarların listeye kendi taleplerini de eklemesini istiyor. Evet, yapabiliriz: Ortadoğu'ya barış getirebilir; küresel ısınmayı
tersine çevirebilir; teröre karşı küresel savaşı kazanabiliriz.
Statüko taraftarları sinmez
Senatör John McCain'in kampanyası da dev umutlar beslemekten geride kalmadı. Petrol fiyatlarından bunalan Amerikalılara birkaç hafta önce yine kendine has o vaatlerinden birini patlattı: "Ülkemizi enerji alanında bağımsız hale getireceğim." Öyle bir inandık ki, o kadar olur.
Yeni başkan 'Büyük Değişim'i sağlayacak mı hakikaten? O kadar da kaptırmayın kendinizi. 4 Kasım'da kim kazanırsa kazansın, George W. Bush'un ardılıyla ilgili beklentilerimizi bilhassa dış politika alanında frenlemeliyiz.
Politikaları başkanlar değil hükümetler belirler. İşe aldıkları danışmanlara bakarsanız iki aday da mevcut çerçevenin dışına çıkanları pek sevmiyor. Örneğin Obama'nın 'milli güvenlik çalışma grubu' daha ziyade Demokratların savaş taraflarından oluşuyor, aralarında eski dışişleri bakanlarından Madeleine Albright ve Warren Christopher, eski milli güvenlik danışmanı Anthony Lake var. Bu grup ne genç, ne karizmatik, ne de yenilikçi.
McCain'in milli güvenlik ekibiyse sıkı yeni muhafazakârlardan kurulu, Max Boot ve Robert Kagan gibi eskilerin yanı sıra Washington şahinlerinden Randy Scheunemann ve James Woolsey var. Hepsi Irak'a savaş açılmasını canla başla savunmuş isimler; bugüne dek aksini iddia ettikleri de duyulmadı. Değişim mi dediniz? İran'a savaş açmayı büyük bir değişim olarak görmediğiniz sürece, öyle bir durum yok.
ABD politikasının yapısı, kendi kısıtlamalarını da beraberinde getiriyor ve dayatıyor. 2. Dünya Savaşı'ndan sonraki başkanlar ne kadar nüfuzlu olsa da, kişisel imtiyazları bir yere kadardı. McCain seçilirse çok büyük ihtimalle Demokrat kontrolündeki yaygaracı bir Kongre'yle uğraşmak zorunda kalacak. Obama seçilirse, Senato ve Kongre kendi partisinin kontrolünde olsa bile, bilhassa geçmişten gelen meselelerin ağır bastığı üç konuda eli kolu bağlı olacak: Savunma politikası, enerji politikası ve Arap-İsrail barış süreci. Ordu-sanayi kompleksi, Pentagon'un israf eğilimlerine dur demesini engelleyecek. Detroit ve Büyük Petrol şirketleri, petrol oburluğu çağını uzatmak için el birliğiyle kumpas kuracak. İsrail lobisi de Ortadoğu'da yeni bir yol çizme çabalarına karşı çıkacak. Geçmişte yaşananlara bakılırsa statüko taraftarları yine çok sıkı bir savunmaya girişecek.
Bunların üzerine bir de ABD'nin gücüyle küresel liderliğin gerektirdikleri arasında gittikçe büyüyen uçurum meselemiz var. Amerikan gücünün sınırları, bilhassa askeri alanda neredeyse gözle görünür hale geldi. McCain açısından terörle savaşın merkez cephesi hâlâ Irak ve askerler o savaş kazanılana dek orada kalacak. Obama'nın merkez cephesiyse Afganistan, o da buradaki ABD varlığını takviye etmek istiyor. Bu ikilinin anlaşmazlığı aslında daha derin bir sorunu maskeliyor: Bir sonraki başkomutan asker sayısının yetmemesi sorunuyla karşılaşacak. ABD bugün savaşı çok, askeri az olan bir ülke. Tek başına bu bile, iki savaş birden yürüten bir başkanın elini kolunu bağlamaya yeter.
Ufuktaki borç ve bağımlılık krizini de unutmayalım. ABD haddinden uzun süre aşırı bir refah içinde yaşadı. Amerikalılar harcadıkları petrolün yüzde 60'tan fazlasını ithal ederken, ticaret açığı yılda 800 milyar dolara dayanmışken, federal bütçe açığı rekor seviyelerdeyken ve ülkenin borcu 10 trilyon dolara yaklaşırken, ABD'nin har vurup harman savurma eğilimine acilen ket vurması gerektiği ortada. Daha az harcayıp daha fazla biriktirmek, kemer sıkmak demektir. Gelgelelim ne McCain ne Obama ülkenin kemer sıkması gerektiğinden bahsediyor.
Dünya inatçılığını sürdürecek
Hepsini bir yana bıraksak bile şu var: Dünyanın geri kalanı emirlerini ABD'den almıyor, seneye başkan kim olursa olsun almayacak da. Diğer ülkelerin yönetimleri ABD'nin tavsiye, tehdit veya tatlı sözlerine ancak işlerine geldiği ölçüde cevap verecektir, daha fazla değil. Bu bile Bush'un ardılının yapabileceklerini ciddi ölçüde kısıtlıyor, ister İsrail ve Pakistan gibi müttefiklerle uğraşsın, ister İran ve Kuzey Kore gibi hasımlarla.
ABD diplomasisinin tonu ve gücü, Obama veya McCain başkan olduğunda farklı bir yapıya bürünecek mi? Evet ve birçok ülke ve birçok Amerikalı, bu değişimden memnun olacak. Ama Beyaz Saray'dan ne kadar karizma veya dürüstlük yayılırsa yayılsın, dünya yine aynı inatçı, ele avuca sığmaz dünya olarak kalacak.
Yani temel meselelerde 'Büyük Değişim' biraz zor. Yeni başkan ABD politikasına kendi damgasını vuracak. Ama bu damganın, Obama veya McCain taraftarların kendilerini kandırdıkları kadar muazzam olmayacağı kesin.
Kaynak: Radikal