Tarihe herhalde "Doğan-Erdoğan Davası" diye geçeceğini tahmin ettiğim sözel düello, el'an "sözel" olarak, devam ediyor. Kendimi bu düellonun içinde hissetmiyorum, hiç; ama bu düello esnasında dökülüp saçılan şeylerden bazılarının bu toplum için son derece önemli olduğundan şüphe yok.
Yirmi birinci yüzyıla Dünya, Soğuk Savaş'ı geride bırakarak, birtakım önemli dönüşümlerin hazırlığını yaparak girdi ve bizim Türkiye'miz de, hiç istemediği halde, bu değişimlerden etkilendi. Soğuk Savaş, bize, iç siyasî ilişkilerimizi, iktidar yapılarımızı dondurma, taşlaştırma imkânı veren bir "dış konjonktür"dü. O bitince, bu taşçı ve dondurmacı kesim sudan çıkmış balığa döndü. Türkiye de dünya ile birlikte değişmek, yeni koşullara kendini uydurmak zorunda. Bunu yapmaya başladı da, ama hâlâ ürkek, güvensiz adımlarla ilerliyor "yenilik"; ve bağırtkan, çığırtkan, saldırgan bir "eski yapı" var. "Eski yapı", yok olma arifesinde olduğunu kavradığı ölçüde, böyle olmak, böyle yapmak zorunda.
Onun için, Türkçe'deki "eteğindeki taşları dökme" deyiminin anlattığı evresindeyiz. Birbirine bağıran, birbirini suçlayan iki cephe, iki yapı görülüyor şu anda. Oysa, daha dikkatli bir gözle bakıldığında, bu düşmanların aslında "düşman kardeşler" olduğunu, "aynı fidanın dalları" olduğunu görmek de mümkün. "Böyle siyasete böyle ekonomi, böyle iktidara böyle medya" diye başlayıp uzatabilirsiniz listeyi.
Dolayısıyla, taşların dökülmesi sağlıklı bir süreç gibi görünüyor bana. "Değişim zorunluğu" dayatıyor, buna şüphe yok. Ama "değişim zorunluğu" sonuçta bir genelleme, bir soyutlama. Yani, işte o dökülen çok sayıda somut öteberiyi özetlemek için kullandığımız bir soyutlama. Bu öteberi dökülmeli ki, neyin niçin değişmesi ve nasıl değişmesi gerektiğini daha iyi görelim.
Bu hesapların görülmesi gerekiyor, düze çıkmak için. Gelgelelim, "düze çıkmak", buradan "Doğu Türkiye/ Batı Türkiye" diye ya da "Kuzey Türkiye/ Güney Türkiye" diye bir yeni yapılanma çıkması, ya da nüfusun böyle ifade edilecek bir kesiminin öbür kesim tarafından yok edilmesi anlamına gelmiyor. Ameliyatlarda genellikle kesilip atılması gereken "ur"lar olur. Ama işini bilen cerrah, beyindeki uru alırken beyni de beraber almaz, kalp damarını değiştireyim derken kalbi söküp atmaz. Tartışırken, bu perspektifi de gözden kaybetmemek gerekiyor.
Buraya kadar bu yazı ciddi idi. Şimdi çok ciddi olmayan bir alt-konuya geçeceğim. Taraf'ta bulunmayı tercih etmemden sonra yazdığım bir yazıya Ertuğrul Özkök takılmıştı. Bana tuhaf gelmişti, çünkü yazıda "yayın organı" diye bir deyim kullanmama takılıyor, bunu da "eski" solcu oluşuma bağlıyordu. Ben fikrime daha uygun bulduğum için gazete değiştirdiğime göre, patronların istediklerini işten atma hakkının doğduğu "ana fikri" çerçevesinde gelişen yazısında "Bana göre 'yayın organı', tek partili sistemlere, diktatörlüklere, faşist ve komünist rejimlere ait bir kavramdır" diyordu. Ben de 17 haziran tarihli cevabımda "Ona göre öyle olabilir de, başka kimseye göre böyle olduğunu sanmıyorum" demiştim.
İşte, başta değindiğim düello bizim bu "terim tartışma"mızı da kapsayıverdi. 8 eylül tarihli Hürriyet, Aydın Doğan'ın Erdoğan'a cevabını doğal olarak birinci sayfadan verdi. Buna göre Aydın Doğan'ın deklarasyonu şu cümleyle başlıyor: "Bizim yayın organlarımızda biat kültürü yok, biat etmeyiz."
Eyvahlar olsun! Yoksa Aydın Doğan tek-partili sistemlerden, diktatörlüklerden, faşist ve komünist rejimlerden mi yana? Hem de kendi yayın medyası için o mel'un "yayın organı" terimini söylemiş.
Ertuğrul Özkök, bu terimin yayımlandığı gazetenin Genel Yayın Yönetmeni olarak bu önemli lapsus'a neden müdahale etmemiş, patronunu uyarmamış?
Doğrusu çok şaştım.
Üstelik "biat etmeyen" bir "yayın organı"nın, yani yolundan dönmemeye kararlı bir "yayın organı"nın "Genel Yayın Yönetmeni" olarak karşımıza çıkıyor Ertuğrul Özkök.
Acaba hangi "ideoloji"nin "biat etmez" sözcüsü