Geçen hafta anlatmaya başladığım hikayenin kahramanlarını aynı evde bir araya getiren sürecin ayrıntılarını dile getirmek o kadar gerekmiyor belki, üç bölümde tamamlanacak bir yazıda. Tahmin edileceği üzere Sedat Ayşe’yi bir şekilde evlenmeye razı ediyor. Yeni evli çiftin hayatı en başından farklı olacak, Ayşe’nin de buna itirazı yok; evlerinin  kapısı hem Müslümanlara açık hem muhtaçlara.  İnsanlar şehrin, ülkenin bir yerinden kalkıp gelebilsin, haber vererek, habersizce, sofralarında bir tabak çorba içebilsin, yolda kalan adres sorabilsin, öyle bir açıklık, şeffaflık içindeler karı-koca.  “İslam’a hizmet için kurulan bir yuvaydı evimiz” diye tarif ediyor Ayşe Hanım. “Bugün kime İslam’ı anlatalım, kimi misafir edelim soframıza, yoksul öğrencilere nasıl ulaşalım… İslam’a hizmet eder Sedat, ben de ona hizmet ederim. Çoluk çocuğun bakımını öne süren olduğunda, davadan kaçıyor, denilir hemen.”

Parasız pulsuz sıkıntılı bir hayat sürdürüyorlar, bazen evlerine gelen misafire ikram edecek bir şey bulunmuyor evde. Maaşını aldığında Sedat onu darda kalmış bir öğrenciye gönderiyor, Ayşe bunu sorgulamıyor. Sedat bazen ev sorumluluğunu göz ardı eden tipik bir İslamcı tutumu sergiliyor, Metin Önal Mengüşoğlu’nun  “Öptüm Kara Gözlerinden” isimli kitabında çarpıcı bir dille anlattığı ümmete açık ev modeliyle.

Farklı bir Müslüman aydın portresi çiziyor Sedat. İslami bakışı yerelliğin daralmalarından kurtarma çabası içinde, sınır aşırı çalışmalara açılıyor. Dünyadaki İslami hareketleri irdeliyor, bu hareketlerin aktörlerine yer veriyor dergisinde. MTTB’yi dönüştüren faaliyetlerinde de izlenebilir bu; hakiki ve sahici bulduğu sözleri, sesleri arayıp buluyor, onlarla bağlantı kuruyor. Bir Şehidin Notları’nda yer alan “Ben roman yazmak istemiyorum” başlıklı uzun yazısında konformist bir anlatımın ötesine geçen bir edebiyata dair kaygılarını okumak mümkün. Bu kitapta yer alan pek çok önemli yazıdan biri olan “Mozaik Toplum”da Ali Şeriati’yi  okucularına tanıtma çabasını yansıtan uzun alıntılar yer alıyor. (Birinci baskı: 1990, İnkilab)

Ali Şeriati’yi derin bir okumayla Türkiye’ye tanıtan ilk isim olduğunu sandığım Cemil Meriç’i İslami çevrelerle, Risale-i Nurlarla tanıştıran da Sedat oluyor. Pazar günlerini Meriç’in evinde geçiriyor. Meriç, 1977-1980 yılları arasında yayınlanan  İslami Hareket’in son sayılarında yazmaya başlıyor. Büyük oğulları Murat doğduğunda Yenigünler ilk ziyaretlerini Meriç’e yapıyorlar.

Tebliği hayatının merkezine alarak yaşayan genç evlilerimizin etrafından tehdit hiç eksik olmuyor.  Ayşe Cibali’de öğretmen, Dev- Gençliler arasında, başörtülü;” faşist öğretmen” diye başlayarak korkutmaya, okuldan uzaklaştırmaya dönük bir içerikle süren tehdit mektupları alıyor. Sedat onun için endişeleniyor, tedbirler almaya çalışıyor. Oysa asıl tehdit altında olan kendisi ve yaklaşan şehadeti haber veren işaretler karşısında ne geri adım atıyor, ne de faaliyetlerini eksiltiyor. O günlerde yaşananların bir gün ayrıntılarıyla anlatılmasını çok isterim. Kısmen Malcolm X’in şehadetinden önceki dönemi andırıyor, havadaki gerilime rağmen sorumluluklardan geri kalınamayacağını gösteren zaman dilimi.  Her iki şahsiyet de inançlarını evrensel bir açıdan anlatmaya başladıkları bir dönemde şehit oluyorlar.

Ayşe Hanım onu bir eş olmaktan önce bir dava arkadaşı olarak benimsediğini vurguluyor, ne de olmasa Sedat inandığı dava için harcıyor bütün mesaisini.  “Hayatın içinden bir yazardı babam, daha çok da bir öğretmendi” diyor, Ayşe Hanım’la Anadolu yakasında bir semtte buluşmamızı sağlayan küçük oğlu Halil İbrahim, babası için. Onun kadar bizimle ilgilenen, harçlığımızı, giyimimizi kuşamımızı dert edinen kimse yoktu, diyecektir öğrencileri, şehadetinin ardından. Maaşını aldığında karısına, Ayşe, şu öğrenciye burs olarak verelim, diye teklif ediyor. Kendi evinde çok eksik var, önemsemiyor öyle.  Bir taraftan da bu işlerin salt eş dost insiyatifiyle süremeyeceğini bilerek,  “zenginlerden yoksullara” hayır şebekeleri oluşturmaya çalışıyor. İnkilab Yayınevi’nin kuruluşu da bu infak örgütlenmesinin bir parçası olarak gerçekleşiyor. Muhtaç öğrencilere burs sağlamak üzere kapıları çalmaktansa, yayınevi, dershane gibi kurumlarla kişilere müdana etmeyen bir infak akşını sağlamak daha güvenli görünüyor.

Evde de çok çalışıyor, sabahlara dek, boyun tutulmalarına yol açacak kadar okuyor, yazıyor. Pazar günlerini Topkapı’da bir öğrenci yurduna ayırıyor, Kur’an ve tefsir derslerine katılmak için. Bir taraftan kitaplar çıkıyor, diğer taraftan İslami Hareket üç yıldır yayında.

Bunca insan içinde niye o seçildi? Camia nasıl örgütlenmeli, diye düşünüyordu, o nedenle mi… Dünyada yükselen İslami hareketlerle, İran devrimiyle yakından ilgili olmasıyla dikkat çekiyor; şehadetinin en önemli sebebi belki de bu.  İslam Dünyasından önemli şahsiyetlerle görüşüyor, ümmetin modern dünyadaki bağlantı imkânları üzerine kafa yoruyor. Geliştirdiği siyasal dil, ufku olduğu hissedilen, slogan seviyesinde kalmayacağını belli eden bir dil ayrıca. Sedat Yenigün farklıydı, kiminle konuşsam bunu söyledi bana yıllarca. Ne var ki teorik alanda sürdürdüğü çalışmalar gibi oluşturmaya çalıştığı yeni cemaat yapısını da tamamlamaya fırsat bulamadı.

Onunla Ali Şeriati arasında bir koşutluk olduğunu düşünürüm bazen. Ayşe Hanım’ı tanıdıktan, onunla sohbet ettikten sonra, Şeriati’nin eşi Puran’la da onun arasında da bir benzerlik olduğunu fark ettim. Mücadele adamlarının sırtlarını dayadıkları güçlü, sağlam karakterli kadınlar onlar. Her ikisi de eşlerinin şehadetinden sonra kendilerini çevreleyen sosyal baskıya rağmen öğretmenlik mesleğinin zemininde saygın bir hayat sürdürdüler.

Ayşe Hanım’la Puran Hanım arasındaki benzerliğe, Sedat Yenigün’ün şehadetini konu alacağım üçüncü yazımda değinmeye devam etmek istiyorum.