Bu ülkede devletin iki öyküsü var. Öykülerin biri şeffaf, diğeri karanlık…

Sorun, bu iki öykünün, aynı kaynaktan beslenmesi, aynı yapılardan doğması, velhasıl paralel olmasıdır.

Bu ülkede binlerce insan faili meçhul cinayetlere kurban gitti.

Hrant Dink son örnek. Onu Malatya vahşeti izledi. Daha önce rahip Santoro vardı.

Ve Susurluk…

Susurluk yüzlerce, binlerce insanın kaybolmasına, infazına yol açtı.

Kimi devlet raporları, kimi mahkeme kararları, kimi tetikçi itirafları bu cinayetlerin önemli bir kısmının resmi katiller tarafından resmi kurumlar himayesinde işlendiğini açık bir şekilde gösterdi.

Bu yapılar kendi içlerinde "aleni tasfiyeler" bile yaptılar.

Suikastlere kurban gitmiş üst rütbeli subaylar bugün hâlâ tüm gazetelerde yeniden boşuna tartışma konusu olmuyor. Yeni Şafak gazetesi, daha dün, "JİTEM ve benzeri illegal yapılanmalara karşı olan Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın'ın 1993'te karakol binasının kapısında alnından vurulması"nı konu almış, dönemin Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz'un, 'Tuğgeneral Bahtiyar Aydın JİTEM içindeki PKK itirafçıları tarafından öldürüldü' sözlerine ver vermişti.

Bunlar münferit hadiseler değildir…

"Emir veren-emir alan meselesi" karışık ve derindir…

Türk Silahlı Kuvvetleri JİTEM'in varlığını hâlâ resmen reddediyor…

Neden?

Biri general, diğeri albay iki JİTEM kurucusunun, kurucu olduklarını ikrar etmeleri ve Ergenekon'dan tutuklu bulunmaları ordu için durumu değiştirmiyor. MİT'in JİTEM'in suç dosyasına işaret eden, bu suç dosyası ile devletin resmi politikalarını özdeş ilan eden raporlarının devlet raflarında durması da öyle…

MİT'e değinmişken…

Bizzat bu kurum söylüyor: Abdullah Çatlı, Alaaddin Çakıcı, Yeşil, MİT'in kullandığı insanlar arasında…

Bizzat Başbakanlık Teftiş Kurulu söylüyor: Susurluk döneminde asker, polis kadar MİT de benzer bir gayrimeşru örgütlenmeye gitti.

Ama JİTEM'de olduğu gibi, bununla ilgili de ne doğru dürüst bir soruşturma söz konusu oldu, ne yaptırım…

MİT'in Susurluk örgütünün kurucusu olduğu iddia edilen Mehmet Eymür, elini kolunu sallaya sallaya "adalete ve şeffaflaşmaya yardımcı olan iyi adam görüntüsü" çiziyor.

Sorun devlet içinde "tek merkezli" değil, "onun için sorun bir devlet sorunu"…

İki gün önce Paris'te Yahudi Soykırım Müzesi'ni gezerken, en çok dikkatimi çeken Fransa'nın Vichy hükümeti zamanında, General Petain başbakanlığında bu soykırıma nasıl katıldığını anlatan bölüm oldu...

11.000'i çocuk, 76.000 Musevinin Fransız polisi eliyle ölüme gönderilmesinin öyküsü anlatılıyordu, Fransa'da bir müzede…

Ve müzede bu öyküye ayrılan bölüm, "açık bir kabul, pişmanlık ve özür hali"ne işaret ediyordu.

Toplumları geçmişleri karşısında şeffaf kılan, "pişmanlık, özür, iç hesaplaşma ve hesap sorma"nın bir "bütün" olarak devreye girmesi ve bunun toplumsal talepten siyasi iradeye ulaşan dalga üzerinden gerçekleşmesidir…

Katil bir devre, bir döneme, bir anlayışa ancak bu yolla maledilebilir…

Türkiye bırakın Kıta Avrupası'nı, Arjantin, Şili ve hatta Kamboçya'da yaşanan yüzleşmelere, hesaplaşmalara bile yaklaşamadı…

Ergenekon davasıyla biz hâlâ bu meselenin etrafında dönüyoruz…

Bu durumda, böyle bir ülkede Adalet Bakanı'nın "ben devletime katil dedirtmem" çıkışı, "Ermenileri öldürdüler, Kürtleri de öldürecekler ifadesini ifade ettirmem" tavrının anlamı mevcut yapıyı yeniden üretmekten başka ne olabilir ki?

Tarihten bugüne, bu tür yapılanmaların ortada kaldıkça, meşru görüldükçe, devlete yönelik bu tür sorular sorulacak, bu tür hükümler verilecektir.

Soruyoruz:

Eşref Bitlis'e, Bahtiyar Aydın'a, Rıdvan Özden'e ne oldu?

Musa Anter, Vedat Aydın, Behçet Cantürk'ü kim öldürdü?

Hrant'ın ölüm kararını kimler verdi?

Emri veren kim, himaye eden kurum kim?

Türkiye'nin asli soruları ve sorunu bunlardır…

 

Kaynak: Yeni Şafak