Geçen hafta gazete manşetlerinde şu haber yer aldı: Diyarbakır'da bir mahkeme, 2005 yılında Nusaybin'de PKK lehine gösteri yürüyüşüne katıldığı gerekçesiyle yargılanan Mesut Sanir'in Tokat'ta askerliğini yapmakta olduğunu belirledi ve askeriyeden durumunu sordu.
Komutanlık cevap yazısında Sanir'in, 29 Nisan 2008'de görevli bulunduğu Iğdır kırsalında, PKK tarafından döşenen mayına basarak şehit olduğunu bildirdi... Sanir hakkındaki dava düştü...
Medyada PKK'ya karşı savaşırken can veren Kürtler, biri güvenlik kuvvetleri diğeri PKK saflarında çarpışan Kürt kardeşler ve kuzenler hakkındaki haberlere çok sık rastlanır. Ancak, Sanir'inki gibi bir olay medyaya ilk kez yansımakta. Bu çok dramatik ve trajik olay herkesi, Türkiye'de Türklerle Kürtler ve Kürtlerle PKK arasındaki ilişki üzerine bir kez daha düşünmeye davet ediyor.
Öncelikle şunu belirtmekte yarar olabilir: Milli Savunma Bakanlığı'nın geçenlerde yaptığı bir açıklamaya göre, Haziran 2008'e kadar PKK ile mücadelede 5.766 asker, 745 polis ve 1.337 köy korucusu olarak toplam 7.848 güvenlik görevlisi hayatını kaybetti. En çok şehit veren illerin başında Şırnak (298), İstanbul (281), Hakkari (261), Ankara (259) ve Diyarbakır (232) gelmekte. Kürt çoğunluklu illerin ilk sıralarda yer alması, Kürtlerin PKK ile mücadeleye nüfustaki payları üzerinde bir katkı yapmakta olduğuna işaret ediyor. Bu durum nasıl açıklanabilir?
Çok dinli, çok - etnili Osmanlı İmparatorluğu'nda "millet sistemi" geçerli idi. Bu sistemde teba, dine dayalı "millet"lere ayrılmıştı. Her "millet" din özgürlüğüne ve kendi içinde özerkliğe sahipti. Türklerle Kürtler, Araplar, Arnavutlar, Boşnaklar ve öteki Müslümanlarla birlikte "İslam milleti"nin birer parçasıydılar. Milliyetçi akımlar önce "millet sistemi"nin, sonra da "İslam milleti"nin dağılmasına yol açtı. Kurtuluş Savaşı, Anadolu ve Rumeli Müslümanları adına savaşıldı ve kazanıldı. Kürtler bu savaşa dil ve kültürlerine saygı gösterileceği ve bölgelerinde özerkliğe sahip olacakları vaadiyle katıldılar. Türkiye Cumhuriyeti, Türklerin ve Kürtlerin (ve öteki Türkiyelilerin) vatanı olarak kuruldu. İsmet İnönü Lozan'da, hem Türkleri hem de Kürtleri temsil etti. Onun için Lozan'da yalnızca gayrimüslimlere azınlık statüsü tanındı.
Ne var ki 1925'te kurulan tek parti yönetimi, o gün dünyada geçerli olan modernlik anlayışına uygun olarak, Türkiye nüfusunu birörnekleştirme politikaları uygulamaya başladı. Türkçe konuşan, Türk kültürüne bağlı ve devletin uygun gördüğü İslam yorumunu paylaşan bir millet yaratılmasına girişildi. Türkiye halkını oluşturan öteki Müslümanlar gibi Kürtler de zorunlu asimilasyon, Türkleştirme politikalarına tabi tutuldu. Bu politikalar çok büyük ölçüde de başarılı oldu. Kürtlerin önemli kısmı Türkleşti.
1950'de demokrasiye geçilmesinden sonra, Kürtlerin siyasi ve ekonomik entegrasyonu alanında da önemli ölçüde başarı sağlandı. Öyle ki, bugün Türkiye'nin siyasi, ekonomik ve kültürel elitleri içinde Kürt kökenliler belki nüfustaki payları üzerinde bir temsile sahip. Sünni ve Alevi olarak aynı dinsel inançları paylaşan Türk ve Kürtler arasındaki evliliklerden doğan kuşakların bugün ülke nüfusunun önemli bir kısmını oluşturduğu konusunda en küçük bir tereddüt yok.
Bütün bu nedenlerle bugün Kürtlerin büyük kısmı için Türkiye vatandır. Kürtlük bilincini kuvvetle koruyanlar arasında dahi büyük çoğunluğun derdi, dilini ve kültürünü özgürce yaşamak, bölgesinde bir ölçüde özerkliğe sahip olmaktır. Bunun içindir ki, Kürtlerin ezici çoğunluğu PKK'ya sempati duymaz; Kürt entelektüelleri arasında Kürt kimliğinin tanınması talebini şiddet ve terörle özdeşleştirerek meşruiyet dışına ittiği için PKK'ya duyulan tepki derindir. Bunun içindir ki Türkiye, Kürtlerine dil ve kültürlerini serbestçe yaşama özgürlüğü ve bir ölçüde özerklik tanıyarak bütünlüğünü koruyabileceği gibi, bütün Kürtlerin saygısını da kazanabilir. Bunun içindir ki Türkiye, Kürt sorununu çözebilir. İyi bayramlar...
Kaynak: Zaman