Füze savunma sistemi düşüncesinin çeyrek yüzyılı aşan bir mazisi var. ABD Başkanı Ronald Reagan tarafından öne sürülen Yıldız Savaşları Projesi, bilimkurgu filmlerini andıran bir mantıkla balistik füzelerin uzayda lazer ışınları ile vurulmasını hedefliyordu. Sovyet Rusya’nın Sputnik füzesinin uzaya fırlatmasının oluşturduğu travma unutulmamış olacak ki Başkan Reagan bu projeyi silahsızlanma anlaşmalarının dışında tutmuş, bir üstünlük göstergesi olarak kağıt üzerinde de olsa bırakmıştı. Sonra gelen başkanlar tarafından çok ciddi bir şekilde ele alınmayan proje, bir önceki Başkan George W. Bush tarafından tekrar gündeme alınmıştı. Başkan Bush projeyi temel politikalarının bir parçası haline getirmiş ve bunun İran’dan gelebilecek bir füze saldırısı için zaruri olduğunu savunmuştur. Bu çerçevede sistemin Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne konuşlandırılması planlanmıştır.  

Ancak her ne kadar İran’a karşı kurulduğu ilan edilse de bu sistemlerden en çok rahatsız olan Rusya Federasyonu olmuştur. Projeye sert bir şekilde tepki gösteren Rusya, asıl hedefin kendisi olduğunu öne sürmüştür. Obama yönetimine gelindiğinde maliyeti daha az ve daha gelişmiş teknolojilerin kullanılacağı öne sürülerek, bu sistemlerin Çek Cumhuriyeti ve Polonya yerine savaş gemilerine yerleştirilmesi kararlaştırılarak, Rusya’nın da gönlü alındı. Sistemin radar üssü olarak ise Türkiye veya Balkanlarda bir ülkeye işaret edilmesi ise Stanford’lu bir fizikçi olan Dean Wikening’in etkinlik analizine dayandırılmıştır. Dolayısıyla gözler stratejik konumu gereği öne çıkan Türkiye’ye çevrilmiştir.

İkinci Jüpiter füzeleri olayı mı?

Türkiye 60’lardaki Türkiye olmadığı gibi uluslararası konjonktür de oldukça değişmiştir. Türkiye Jüpiter füzeleriyle ilgili krizin yaşandığı dönemde büyük oranda ABD’ye bağımlı bir ülkeydi. Burada Sovyet tehdidi karşısında bir bloğa mensup olmanın getirdiği askeri ve siyasi bağımlılığın yanı sıra ekonomik olarak da ciddi biçimde ABD’ye bağımlı bir ülke konumundaydı. Bu durum Türkiye’nin Jüpiter füzelerinin kendi kontrolüne bırakılmadan topraklarına konuşlandırılması ve kendisine danışılmadan da çekilmesini beraberinde getirmiştir.

Bugüne gelindiğinde Türkiye, ekonomik olarak ciddi bir mesafe kat etmekle beraber siyasi olarak da ABD’den bağımsız olarak hareket edebilen, çıkarları söz konusu olduğu zaman ‘hayır’ diyebilen bir ülke konumuna gelmiştir. Dolayısıyla sadece ABD’nin dayatması sonucunda Türkiye’nin kendi kontrolüne bırakılmadan bu teklifi kabul etmesi söz konusu değildir. Ancak Türkiye’nin ABD’ye ‘hayır’ diyebiliyor olması bunun maliyetsiz olacağı anlamına da gelmemektedir. 

Ermeni tasarısı ile gerilen ilişkiler, İsrail ile yaşanan kriz ve sonrasında İran hakkında BM oylamasında ‘hayır’ oyu kullanılması ile farklı bir yörüngeye girmiştir. Türk-Amerikan ilişkileri bu görüntüsü ile ‘model ortaklık’ gibi tanımlarla ifade edilebilmekten uzaklaşmıştır. Türkiye’nin diplomatik adımları kullanma yerine bu konuda aceleci bir ret çıkışı yapması Türkiye ile ilgili olumsuz algıları pekiştirme riskine sahiptir. Konunun NATO’nun yeni stratejik konseptinin bir parçası olarak ittifakın üyeleri arasında fikir birliği sağlanarak Türkiye’nin önüne getirilmiş olması ise ‘hayır’ demenin maliyetini artıracaktır. Türkiye’nin NATO’da yalnız kalması ile birlikte yüzünü Doğu’ya döndüğü algısı pekişecektir.

Öte yandan füze savunma sistemi hem İsrail’e hem de Avrupa ülkelerine yönelecek nükleer başlıklı bir füze saldırısını önleyebilecek konumdadır. Bu durum ise olası bir İran-ABD-İsrail gerginliğinde Türkiye’nin istemeden de olsa taraf olması, sıcak çatışma halinde savaşın içine çekilmesi riskini taşımaktadır. Türkiye’nin kendisine ait olmayan bir savaşa girmesi kabul edilemeyeceği gibi olası gerginlikte Suriye ve İran’a karşı İsrail ve ABD ile birlikte hareket etmesi, “komşularla sıfır sorun politikası” çerçevesinde kurmaya çalıştığı ilişkileri de olumsuz etkileyecek, belki geriye gidişe neden olacaktır. Türkiye’nin NATO ortaklarını koruması ittifakın gereği olarak görülebilir. Ancak Türkiye son dönemde ilişkilerinin pek de iyi gitmediği İsrail’in korunması adına böyle riskin altına girmeyi ister mi?


Türkiye’nin çıkış yolu

Türkiye eğer böyle bir teklifi kabul edecekse ilk atması gereken adım bu savunma sistemlerinin uluslararası platformda meşru bir zemine oturmasıdır. Dolayısıyla bu savunma sistemleri Türkiye-ABD ikili ilişkilerinin ürünü olarak değil, NATO veya BM gibi çok taraflı yapılarca alınmış bir karar sonucunda uygulamaya konmalıdır. İkinci önemli konu Türkiye’nin bu yükü tek başına omuzlamaması, mümkünse söz konusu edilen Balkan ülkelerinden NATO’ya üye olanları ile sistemin parçalarını paylaşmasıdır. Bu iki adım bu konunun Türkiye’ye getireceği askeri ve siyasi yükü azaltacaktır. Sistemin NATO üyelerince paylaşılmış olması Türkiye’yi hedef olmaktan çıkaracak, sistemlerin bir bütün olarak ittifakı işaret etmesi sağlanacaktır.

Kontrol Türkiye’de olmalı

Konunun siyasi boyutunda ise Türkiye’nin Rusya, İran ve Suriye’yi karşısına alması söz konusudur. Türkiye, böyle bir savunma sistemini topraklarına kabul etmesinin bölgesel ilişkilerine zarar vermesini de engellemek zorundadır. Türkiye her ne kadar Rusya ve İran’dan böyle bir tehdit algılamamakta ise de bu tip bir silahlanma bunun tam tersini ileri sürebilir.

Dolayısıyla Türkiye’nin bu konuda Rusya ve İran’ı ikna etmesi gerekecektir. Türkiye’nin bu ikna çabasını yukarıda belirtilen adımlar kolaylaştıracağı gibi tehdit olarak görülen ülkelere değil, NATO’nun genel olarak savunma stratejisine vurgu yapılması yerinde olacaktır. Kaldı ki dönemin Rusya Devlet Başkanı Putin, bu sistemlerin Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne yerleştirilmesi söz konusu olduğu zaman Türkiye ve Azerbaycan’ı öne sürmüş ve bu ülkelere yerleştirilmesi halinde Rusya’nın daha az endişe edeceğini iddia etmişti. Yine de bu adımlar böyle bir algıyı tamamen ortadan kaldırmaktan ziyade yumuşatmaya ve vurgusunu azaltmaya yönelik olacaktır.

Son olarak Türkiye, topraklarına yerleştirilecek böyle bir sistem ile kendi savunmasını sağlayabilmeli ve bu silahların yönetiminde askeri ve siyasi olarak yetkili pozisyonda olmalıdır. Türkiye’nin şu anda komşuları ile iyi geçiniyor olması sonrasında böyle bir savunma sistemine ihtiyacı olmadığı ve olmayacağı anlamına gelmez. Türkiye’nin kendi savunmasında kullanabileceği bu sistemler maliyet konusunda Türkiye’nin çıkarına olduğu gibi know-how olarak da katkı sağlayabilir. Burada sistemin savunma sahasının Türkiye topraklarının tamamını kapsıyor olması kritik bir konudur. Ayrıca bu sistemlerin kontrolünde sadece kâğıt üzerinde değil pratikte de söz sahibi olunması zorunludur. Aksi takdirde Türkiye, kendi kontrolünde olmayan, kendi istekleri dışında kullanılabilecek böyle bir silah yükünü taşıma konumuna düşecektir.

Dr. MEHMET YEGİN
USAK Amerika Araştırmaları Merkezi
[email protected]

Kaynak: Star