Belki de tarihte ilk defa Aydınlanma düşüncesi ve onun temel varsayımları üzerinde kurulmuş bulunan modernlikle insan, kendinde dinlere müdahale hakkını bulmuş oluyor. En azından Aydınlanma'nın klasik dönemleri  bunun somut örnekleri teşkil eder. Türkiye'de bu aşırılaştırılmış bir politika olarak sürmekte, bu politika bilim çevreleri, aydınlar ve köşe yazarları tarafından da genel kabul görmektedir.  "Hürriyet" gazetesi köşe yazarı Serdar Turgut, din ve vicdan özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalardan şikayet edenlere hitaben "dininizi değiştirmekten başka çareniz yoktur" diye yazıyordu.

Bu temel noktaya işaret ettikten sonra,  Türkiye'deki laikliğin tarihsel sebepleri dolayısıyla bu türden bir kavramsal çerçeveye oturduğunu söylemek mümkün. Ben bunun "Türk modernleşme projesi"yle yakın ilgisi olduğunu düşünüyorum.

Türk modernleşmesi yeni değildir. Cumhuriyet'le de gündeme gelmemiştir. Genel hatlarıyla 19. yüzyılda formüle edildi. Özellikle II. Mahmut'la birlikte başlayıp formüle edilen Türk modernleşme projesi  "devletin bir tercihi" olarak ortaya çıktı. "batılılaşma" olarak tanımlandı ve "din-dışı bir konsept" üzerine oturtuldu. "Türk modernleşme projesi"nin üç temel önermesi bu şekilde özetlenebilir. Son iki yüz yıllık tarihimizde modernleşme fikrinin veya ihtiyacının devletin bir tercihi olarak ortaya çıkmış olması, hem devleti ve devlet güçlerini belirleyici konuma getirmiştir, hem de toplumun, halkın veya bugün çokça kullanılan merkez-kaç güçlerin fikrine, görüşüne müracaat etme gibi temel demokratik bir hakkın yok sayılmasına yol açmıştır. Belki modernleşme bir ihtiyaçtı ve bugün de bazı önemli ihtiyaçlara karşılık olabilmektedir; ama, bu ihtiyaç devlet öyle uygun gördüğü için öyledir. Osmanlı'da modernleşme sarayın tercihiydi, sonra da devletin tercihi oldu.

Kuşkusuz bu kavramsal çerçevenin teşekkülünde tarihi miras önemli rol oynamıştır. "Şeriat" yerine "ideoloji"nin, "padişah" yerine "devlet kavramı"nın ikame edilmiş olması, bizim siyaset kültürümüz ve tarihi siyasal tecrübemiz açısından derin bir kırılmayı ifade eder.

İkinci önemli önerme, modernleşmenin salt bir "batılılaşma" olarak benimsenmesi ve toplumsal hayatın tepeden tırnağa ve monolotik olarak Batılı yaşama biçimine uyarılması çabası olarak görülmesidir ki, II Mahmut'un temel varsayımı buydu. Bu modernleşmenin bir "modernizasyon süreci" olarak algılanmasına sebep olan önemli bir faktördür. Modernleşme hep bir form, biçimsel bir değişiklik ve semboller toplamı olarak görülmektedir.

Modernizasyon politikaları bağlamında devlet, emredici ve taşıyıcı bir rol üstlenmiş, devlet taşıyıcı ve emredici araçlarını kullanmak suretiyle toplumu modernleştirme misyonu yüklemiştir.

Modernleşmenin "din-dışı" bir süreç olarak görülmesi üçüncü temel önermedir. Osmanlı'daki askeri yenilgi, ekonomik gerileme ve çöküşün dine bağlanması yönetici elitin, dine karşı bir tutum alışının ana sebeplerinden biridir. Devlet seçkinleri, "dini gelişmeye, ilerlemeye ve modernleşmeye engel" görünce, din tarafında yer alan ulemayı tasfiye etmiş, yerlerine yeni bir "aydın zümresi" ikame etmek istemiştir. Yani modernleşmeye sürecinde hem devlet hem aydınların ortak kanaatine göre din, gelişmeye ve modernleşmeye manidir; dolayısıyla sadece kamu işlerinden değil, toplumsal hayattan da arındırılması gerekir.

Modernleşme zorunlu ve halkın dışında karar verilmesi gereken bir süreç olarak görüldüğünden aydından istenen bunun ideolojik zeminini inşa etmesidir. Bu, zorunlu olarak aydını anti demokratik bir tutumun savunucusu kılmıştır.

Bütün bu süreçte karşımıza çıkan durum şudur: Laiklik modernleşmeyle ilgili olarak, sivil topluma karşı resmi toplumun, çevreye karşı merkezin dönüştürücü, taşıyıcı ve emredici bir ideolojisi ve temel bir tutumu olarak şekillenmektedir; bunun tarihsel laiklikle ilişkili olduğu kuşkuludur.

Burada Batı'dakinden farklı bir temel sorunu gözden kaçırmamak gerekir: İslam toplumlarında devletin karşısında örgütlü bir din adamları sınıfı ve “Tanrının bedeni olan bir kilise” yoktur. İslam kelamı, İslam ve Osmanlı tarihi tecrübesi ve bugün de örgütlü din adamları sınıfı veya dinin kendisini temsil ettiği bir kilise yoktur. Tarihsel teokrasinin temelini teşkil eden din adamları (ruhban) sınıfı ve kilise olmadığından "laik iddia", dinin, bireyin ve toplumun hayatından arındırılması programına dönüşmüştür. Laikliği ortaya çıkaran tarihsel ikilem, birbirinden farklı ve karşıt iki aktör (Kilise ve devlet) olmayınca, devlet kendine bir karşıt arama durumunda kalmış, karşıtlığı da her şeyden, gerilikten çöküşten sorumlu tuttuğu dinde aramıştır.