Son iki haftadır değişik nedenlerle üst üste katıldığım birkaç duruşmada Türk yargısını bir başka açıdan gözleme fırsatı buldum. Bunları paylaşmanın, günümüzde yaşanan 'yargının saygınlığı', 'yargı, yürütme, yasama erkelerinin ayrılığı' tartışmalarına bir başka boyutta katkı vereceğine inanıyorum. Bunlar, yargının milletle karşı karşıya geldiği, insani boyutuna ilişkin gözlemlerdir.

Mahkemeye davalı, davacı, ya da tanık olarak giden kişi ilk olarak
kendisine verilen duruşma saatini beklerken bir sıra numarasından ibaret olduğu duygusunu yaşamaya başlıyor. Size bir duruşma saati veriliyor, ama bunun hiçbir garantisi yok. Örneğin öğleden önce, diyelim 11'de verilmiş bir duruşma saati için mübaşirden öğleden sonraya 'kaldığınız' haberini almanız işten bile değil. Zaten güzel Türkçemizde, biliyorsunuz, mahkemeye 'düşülüyor'.

Düşülüyor ve bunu zaten daha mahkeme salonuna girmeden karşılaştığınız mübaşir muamelesinden anlıyorsunuz. Mübaşir sıradakini şöyle bir süzüyor ve tabiî ki bir insan sarrafı olarak ait olduğunuz sınıfı, sosyal statüyü, verebileceğiniz tepkiyi kestirerek davranıyor. Eğer diş geçiremeyeceğini düşündüğü birisi, birileri iseniz, kendi eğitim ve terbiyesine göre size nazik davranıyor. Yok, diş geçireceğine inanıyorsa, 'geç şuraya', 'adının okunmasını bekle'  türünden vatandaşa devlet karşısında bulunmanın ne demek olduğunu kendince bildirici otorite gösterisi başlıyor.

Ama asıl otorite gösterisi içeride.

Mübaşirin duruşma salonu önüne çıkıp, avazı çıktığı kadar isminizi haykırması ile duruşmaya alınıyorsunuz. (Ankara Adliyesi'nde tutanaklar artık bilgisayara yazılıyor ve taraflar yazıldığı anda kendi ekranları vasıtasıyla takip edip hâkimden düzeltme talep edebiliyorlar. Bu iyi. Ama örneğin duruşma salonunun dışına artık üç kuruş olan bir plazma ekran ve bir hoparlör koyup mübaşir itip kalkmasından daha uygar bir sisteme geçişin herhalde erken olduğu düşünülüyor. Belki de Türk demokrasisi henüz buna hazır değil.)

Hâkim kürsüsünde, Adliye binasına (ki nedense bir mimari felaket olan bu binalara, herhalde Türk mizah duygusunun bir eseri olarak 'saray' deniyor) girmeden önce, ya da çıktıktan sonra durakta, ya da alışveriş yaparken karşılaştığınızda birbirinize iki uygar insan olarak 'siz' diye hitap edeceğiniz bir bey, ya da hanım var. Ama o kürsüde size nedense 'sen' diye hitap etmeyi uygun görüyor.

Bu da, düpedüz kabalık yapmak amacını taşıdığını düşünmeyeceğimize göre, devlet karşısında milleti hizaya getirmenin bir yolu herhalde.

Zaten Türk yargı sisteminde bir başka tuhaflık da, yargının Türk milleti adına yapılmasına karşın, suçlamanın Türk devleti adına yapılması. Savcılar bizde batı sistemlerinde olduğu gibi Kamu Savcısı (Public Prosecutor) olarak değil, Cumhuriyet Savcısı (Republic Prosecutor) olarak adlandırılıyor. Savcı ve avukat, suçlayan ve savunan taraflar. Ama savcı, avukattan fiziki olarak da bir basamak yüksekte duruyor.

Ankara Barosu'nun bu işlere kafa yoran, öne çıkan isimlerinden Akif Kurtuluş, 2006 yılında Güncel Hukuk dergisine yazdığı 'Devlet, Hâkim ve Avukat' başlıklı makalesinde bakın bu ilişkiyi nasıl tanımlıyor:

"Yargı kültürü adına söylenmesi gereken, doğru bulduğum anlamına gelmesin, şudur: Yargı bir egemenlik faaliyetidir. (..) Bu kültür, adliyede kendi hiyerarşisini oluşturmuştur.

En tepeye hâkim ve savcının yerleştiği bu piramitte, avukatlar ve yazıişleri personeli, hâkim stajyerleri, avukat stajyerleri ve en altında, adliye kapısından içeri adımlarını, hak aramak için atmış olan yurttaşlar yer alır. Oysa adalet, piramidin en altındakilere dağıtılır."

Yargı mensuplarının işyükünün insafsızca ağır olduğu bir gerçek. Ücretlerinin, çalışma koşullarının çok daha iyi olması gerektiği de doğru. Ama bunun sorumlusu adalet talebiyle karşılarına gelen milletin mensupları değil.
Türk demokrasisi, çocukluk hastalıkları dönemini yargı ile yürütme ve yasama arasındaki ilişkileri yerli yerine oturtup ergenliği geride bırakma sürecini yaşıyor.

Yargının saygınlığının artması bu sürecin bir parçası. Bu biraz da yargı mensuplarının, içinden çıkıp geldiği ve adına adalet dağıtma gayreti içinde oldukları Türk milleti ile aralarında oluşan mesafeyi kapatmalarıyla ilişkili. Bu mesafeyi biraz daha nezaket ve anlayışla kapatmak, saygınlığı artırmak o kadar kolay ki...

Kaynak: Radikal