Balyoz’la ortaya çıkan belge ya da iddialar elbette ürkütücü. Ama bundan daha kötüsü, tartışmalar, safları keskinleştirmek dışında bir işe yaramıyor.
Bu kadar gürültü patırtının içinde bazı meseleleri tarihiyle ele almak kolay değil elbette. Eğer ülkede hali hazırda bir ‘darbe’ tartışması varsa, yakın geçmişte buna dair birtakım hazırlıklar gün yüzüne çıkıyorsa, bunlarla hesaplaşmak, en azından kendi duruşunu doğru dürüst tarif etmek herkesin hakkı. Bu işin şakası yok. Aynı zihniyetin seçilmiş bir siyasi iktidara karşı neler yapabildiğini yakın geçmişte hep birlikte gördük.
***
28 Şubat döneminde 10-12 yaşında olan çocuklar bugün 20’li yaşlarının ortasında. Kuvvetle muhtemel o günlerde ne olup bittiğini hayal meyal hatırlıyorlar. Ne var ki tarihte 15 yıl ciddi bir zaman dilimi sayılmaz ve bu yönüyle 28 Şubat daha dün gibi. Dolayısıyla da bugün ortaya çıkan birtakım hazırlıkların, o dönem ağır basan kimi komutanlar ve onların kurduğu yapılar eliyle şekillendirilmesi kimseyi şaşırtmamalı.
28 Şubat’ta Türk ordusuna hakim olan görüşlerin bir anda ortaya çıkmadığı malum. Özellikle 27 Mayıs sonrasında eğitim alan subayların komuta kademesinde yer bulmasıyla, orduda ‘din’ algısının değiştiği, sözü dolaştırmadan söylersek, orduyla din arasına ciddi bir soğukluk girdiği de tespit edilebilir.
Ordunun geldiği bu çizgi, İstanbul sermayesinin yönlendirmesiyle tam bir darbe rüzgarına dönüştü. 15 yıl öncesinin özeti böyle.
***
TSK’nın ‘din’le ilgili nasıl bir algıya sahip olduğu ve bunun sisteme müdahale etme yönünde kendisine nasıl bir ‘haklılık’ kazandırdığı hayli çetrefilli bir mesele. Askerlerin Refah Partisi’ne karşı duyduğu öfke böyle bir zeminde şekillendi.
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un ‘Allah Allah diyen ordu, nasıl cami bombalamayı aklından geçirebilir’ tepkisi, bu meseleyi doğru dürüst konuşamadığımızı gösteriyor. Zira kimin ne kadar aklını kaçırdığını bilmek kolay olmasa da, ordu-din ilişkisinde ciddi bir kopuş ve arızadan söz etmek mümkün.
Dün Fehmi Koru’nun da önemle altını çizdiği gibi, bu ilişkide kırılma noktasını tespit etmek kolay değil. Ama yine de 1980’lere kadar ciddi bir kopuştan söz edemeyiz. Harp okulundan mezun olurken mevlit okutan genç subaylar ya da Hacı Bayram Camii’nde dua ederek orduya katılanlar başka bir ülkenin değil, bizim tarihimizde yer alıyor.
Bu milletin orduyu ‘Peygamber ocağı’ olarak gördüğünü, askerinin de ‘Mehmetçik’ olarak isimlendirildiğini hepimiz biliyoruz. Peki mesela askerlerin giydiği elbiselerin haki renginin ‘Veysel Karani Urbası’ olarak tarif edildiğini bilen ya da duyan kaç kişi var aramızda? Tüm bunların sembolik değeri kuşkusuz yüksekti; ne var ki yakın tarihte ortaya çıkan uygulamalar, tepkiler ve değerlendirmeler bunların eskisi gibi algılanmadığını gösteriyor.
***
Lakin asıl soru şu: Giydiği elbisenin rengini ‘Veysel Karani’ye kadar dayandıran bir ordudan, ‘camilerin bombalanması’ iddialarına nasıl geldik? Bundan herkes kendi payına düşeni er geç alacaktır.
Bugünün tansiyonu aldatıcı olmasın. Eğer meseleyi tarihinden koparmadan doğru bir zeminde ele alabilirsek, ordu dahil herkes üzerine düşeni yapacaktır. Yapmak zorundadır.
Siyaset, orduya hedef veren, vizyon çizen rolünü artırdıkça bu süreç daha hızlı ilerleyecektir. Türkiye’nin yeni dış politikası tam da buna uygun bir çerçevede şekilleniyor.
Kaynak: Star