Kalplerinde durmayıp yüzlerine taşan sadece Hüseyin'in kederi mi? Aşkı mı Ali'nin? Semah dönüyorlar. Yaşlılar, gençler, semah dönüyorlar. Kuşlar gibi pervane gün batımında yaşlı-genç karışıp semah dönüyorlar. O güzel gecede yüzlerine bakıyorum dönenlerin. 
  
Gittikleri, dönmedikleri yere o anda. Nerdeler? Kerbela'da mı? Samimiyetle inanan bu insanların ibadet ihtiyacı karşılanamaz mı? Tüm o yoksul insanların ve abdalların bir kalp yangını olmalı ki öyle dönüyorlar.

Dağların, yıldızların uykusunu, uykusuzluğunu bilen Abdal Musa Dergâhı'nda, Tekke yaylasındayım. Akdeniz'in varlığını unutturacak kadar güzel olan bu gökyüzü altında yanlış olan hiçbir şeyden söz etmeyeceğim. 'Buradaki en güzel şey yıldızlar...' diyor arkadaşım. Yıldızsız olsa da gökyüzü, diyorum ben... Tekke yaylasında dağların, buğdayların sarhoşluğuna kirazların, gelinciklerin şarkısı karışmış. Abdal Musa, Kaygusuz Abdal ve daha niceleri o dağın orada ölünecek kadar güzel olduğunu biliyorlardı. Tekke yaylasındaki geniş ova Beydağları'na yasladığı başıyla Abdal Musa'yı, ehlibeyt emanetlerini, tarihi çok gerilere giden hırka ve teberleriyle bir gönül mekânı olmuş. Oradan bir gözyaşı dökmeden, kalbiniz arınmadan geçmeniz mümkün değil. Anadolu'nun her yerinden akın akın insanlar huzur bulmaya, şifa dilenmeye gidiyorlar. Anadolu'nun her yerinden Aleviler, çaresiz dertli Abdallar...

Dertleri duanın zamanına sığmayanlar...

Dergâhın bahçesinde toplanan kadınların, çocukların, sakatların, kurban kesen yaşlıların ve başı Hz. Ali bantlarıyla sarılı Alevi gençlerinin ziyareti devam ederken yüzlerine dikkat kesiliyorum. Ne büyük bir arayış içindeler. Ne derin bir maneviyat talebini çaresizlikle hissettiriyorlar. O arayış yüzlerden taşıp avluyu dolduruyor, ovaya dağa yayılıyor. O kadar büyük bir arayış yüzlerde. Kimdir, nedir aradıkları? Kalplerinde durmayıp yüzlerine taşan sadece Hüseyin'in kederi mi? Aşkı mı Ali'nin? Semah dönüyorlar. Yaşlılar, gençler semah dönüyorlar. Kuşlar gibi pervane gün batımında yaşlı-genç karışıp semah dönüyorlar. Her yerde sesler, satıcılar, müzik sesi, çocukların, kahkahayla gülen abdal kızlarının rengârenk giysilerine karışan sesler bir anlam yaratıyor. Tekke'nin ruhani havasına yakışmayan bir anlam demek geçiyor içimden; ama bunu dillendirmeyeceğim. Daha değil. Tekke'de uyuyan o keramet sahibinin vardır bir bildiği diyorum. Orada toplanan tüm o anlamsızlığı kovup atabilir istese. Buna gücü var. Nasıl da mağrur, mütevazı bir kubbe kondurulmuş başına. İçeride öyle güzel bir koku... Dua ve nefes kokusu... Yaşlı bir kadın erimiş, küçücük kalmış bedeniyle bir tekerlekli sandalyede getirildiği türbede incecik elini sandukanın altındaki toprağın içine daldırıp, bulduğu bir kovuktan şifa için toprak çıkarıyor. Varlığın özüne uzanıyor sanki eli, toprağın derinlerinde yatan hakikati bulup çıkaracak, garip zaman ötesi bir yüz. Ben de uzatıyorum avucumu. Bir yandan ağlarken, şifadan çok o anlama katılmak için sırada bekliyorum. Dua edenler var. Çok uzun dua edenler. Dertleri duanın zamanına sığmayanlar var. İçeride duruyor zaman ve Hazret-i Fatıma'dan kalan çerağ gibi eriyen kalpler bir oluyor. Aydınlık, aydınlık... Dışarıda kıyamet, mahşer her yer. Servilerin, çınarların hatırladığı yüz yılların bilgisiyle rüzgâr esiyor dışarıda.

Bu değil diyorum. Abdalın istediği bu değil. Tüm bu organizasyon, maneviyatın siyasete kurban edilmesi... İstediği bu değil. Dışarıda din simsarları dolaşıyor, grupları birbirine kırdırma derdinde olan simsarlar, yüzlerinde sadece siyasetten oluşan bir çizgi. Maneviyatı çekilmiş yüzler. Olsun, yaşlı kadınlar gibi inanmak istiyorum ben, çocuklar gibi yatırda uyumak.

Bir gün geçiyor bu değil derken. Dağa çıkıyorum sonra. Uzaktan diyorum dağdan bakarsam belki doğru görebilirim. Gerçekten bir anlamı var mı bu kalabalığın, bu mahşerin, yoksa geçici mi? Abdalların, yoksulların, köylülerin, şehirlerin varoşlarına sığınmış Sivaslı, Tokatlı, Erzincanlı inananların kalbine güveniyorum yine de. Muhakkak karşıma çıkacaklar diyorum. Öyle ya kerameti tükenmez Pir'in... Bir gün geçiyor, gün batımında dağa doğru yürürken dergâhın avlusunda bekleyen, cem için bekleyen yaşlılara bakıyorum. Federasyonların, derneklerin parsellediği maneviyat alanının nasıl kurutulduğunu görmeye dayanamıyorum. En iyisi dağa yürümek... Her kalabalığın kıyısında biriken, kıyıda tutunan bir hakikat olur ümidiyle kalabalığın dışladıklarına doğru gidiyorum. Tekke'de olanlara rıza göstermeyen, olanları Pir'in makamına yakıştıramayan herkes dağın eteğine sığınmış. Dağın eteğinde semah dönen Erzincanlı, Sivaslı bir grubun ceminde saatler geçiriyorum. Çok iyi olduğundan değil, çok derin olduğundan da. Ama samimiler. Samimi bir arayışı var hepsinin. Kıyıya düşmenin samimiyeti... Aralarından birisi, 'Alevilik inanışında ibadet arayışın kendisidir. Yol ereni olmaktır.' diyor. 'Yol ereni' olmak isteyenler, samimi Aleviler belli ki federasyonların arasında yer bulamamışlar. Otobüslerle Anadolu'nun her yerinden akın akın Pir'in huzuruna gelmiş avluda yer bulamamışlar. Varsın olsun. Pir'in huzuru geniş... Dağda gece yıldızların ışığına çerağ katılıyor. Kadınlar, genç kızlar semah dönüyorlar. Yaşlı bir kadın ve erkek 'turna semahı' dönüyor. Kanatlar Ali aşkına çırpınıyor. Yer ve gök birleşiyor kanatlarında. Hüseyin'e ağlıyorlar.

En iyisi dağa yürümek...

O güzel gecede yüzlerine bakıyorum dönenlerin. Gittikleri, dönmedikleri yere o anda. Nerdeler? Kerbela'da mı? Onları Kerbela'nın uzun yasından kurtaracak bir ibadet alanı yaratılamaz mı diyorum içimden. Samimiyetle inanan bu insanların ibadet ihtiyacı karşılanamaz mı? Tüm o yoksul insanların ve abdalların bir kalp yangını olmalı ki öyle dönüyorlar. Ve bu yangın ne yazık ki yok sayılmakla pazarlanmak arasında kıskaçta tutuluyor.

Yıldızlara bakıyorum. Arkadaşımın çok güzel dediği yıldızlara... Çerağ dönüyor, genç kızlar folklor kıyafetleriyle dönerken aralarına düşen hakikatli yaşlılar turnaların kanatlarını çırpıyorlar. Yaşlılara bakmak istiyorum. Yaşlıların adımlarına dikkat kesiliyorum. Gençler bunca stilize edilmiş bir dansla Kerbela'ya ulaşamıyorlar ve Hüseyin'in parçalanmış bedeni ne yazık ki birleşemiyor adımlarında. Sonra biraz daha yukarıya çıkıyorum bir başka türbenin kıyısında ağaçlara bağlanmış ipler, bir avluda taşlardan iman dilenen kadınlar, mum yakan genç kızlar. Benden taş isteyen arkadaşıma dağın eteğinde taş toplarken, olan her şeyden habersiz gerçek bir vuslat ile tanışıyorum. Dağın eteğine kurduğu çadırda karısı ve küçük kızıyla on gün, on gecedir orada bulunan bir dede ile tanışıyorum. Soyu seyitlere kadar giden Tuncelili Kureyşan aşiretinden Hasan dede ve karısıyla. Bulundukları mekâna yaydıkları Hüseyin aşkı yetiyor orada bulunan her şeyi unutmama. Dede huzuruna çare dilenmeye gelenlere büyük bir nezaket ve derinlikle öğütler veriyor. Söyledikleri öyle derin ve hakikatli ki kulak kesiliyorum. Yanı başında musahibi (seçilmiş kardeşi) olduğunu öğrendiğim bir başkası saygıyla dinliyor konuşulanları. Bekliyorum ve herkes çekildiğinde af dileyerek yaklaşıyorum yanlarına. 'Neden aşağıda değilsiniz?' diyebiliyorum ancak. Neden burada olduğunu ancak böyle sorabiliyorum. Soru onu ilgilendirmiş olmasa da, kapısına gelen herkese gönlünü açan dede ve eşiyle konuşmaya başlıyoruz. Saatler gün batımından gece yarısına yaklaşırken ben hâlâ dedenin sözlerinde ortaya çıkan derinliğin nasıl da özlemini çektiğim şey olduğunu fark ediyorum. Eksik olan buymuş meğer. Kullandığı dilin kaynağından bihaber, o kaynağı reddeden siyasi Alevilik'ten o kadar ümitsizliğe kapılmışım ki bana vaha gibi geliyor konuşulanlar. Konuştuğu her cümlenin bir referansı var ve bu referansa birleşen Kerbela acısının hakikati gözlerinde yansıyor. Göz pınarlarında biriken yaşlara bakıyorum. Hüseyin'e olan derin sevgisinden söz eden genç kadının tutuşturduğu yıldızlar Tekke yaylasında dehşetli bir ateş yakıyor. Sizin gibi duyan, düşünen kaç kişi var ki diyorum ümitsizce, 'Ümitsiz olmayın, bu olanlar geçici. Geçecek hepsi. Bizim gibi düşünen çok insan var...' diyor. Bizden çok var sözüne o an o kadar inanıyorum ki, inanmam o sözlerin hakikatinden çok onlarda gördüğüm imanın gücü ile oluyor. 'Burası büyük bir makam, çok hikmetli, çok keramet sahibidir. Pir hepimize yol gösterir.' diyor karısı. Yol gösterir pir. Abdal Musa Tekke ovasının kıyısında sırtını yasladığı dağda şimdilerde bir inanma, iman ihtiyacının siyasileşmesine sahne oluyor. Olsun ne çıkar. Bunca ümitsiz olduğum bir zamanda Hasan dede ve karısını karşıma çıkarmakla kerametini gösteren Abdal Musa, siyasetin kirini de Alevilik'ten silecektir.
 
Kayak: Zaman