İlişkileri, yaraları tamir etmek elbette faziletli bir iştir. Ben burada gerçek anlamda tamir olayından, eşya ve aletlerin tamir edilmesinden söz etmek istiyorum.
Büyüklerimiz eskiden ne kadar yokluk içinde yaşadıklarını, birtakım maddeleri bulmanın çok zor olduğunu anlatırlardı. En çok vurguladıkları şey ise tamir edilerek yeniden giyilen ceketler, pantolonlar, yeniden kullanılan eşyalar olurdu. Eski şehirlerin çarşılarında veya şehirlerin eski çarşılarında esnafın önemli bir kısmı tamirle ilgili olurdu. Kunduracılar, terziler, bakırcılar, züccaciye, tuhafiye, nalburiye, radyo-tv tamircisi, saat tamircisi, tesisatçı, elektrikçi.
Bu mesleklerin halen yaşadığını düşünebilirsiniz fakat o kadar değil. Artık sayıları, fonksiyonları iyice azalmış durumda. Nüfus alabildiğine artarken bu meslekler niçin yok olmaya yüz tutuyor? Çok basit. Çünkü kullandığımız eşyaları artık tamir etmiyoruz. Onun yerine sürekli yenisini alıyoruz. Ülkemizde insanların alım gücü eskiye göre oldukça artmış durumda. Bu bir neden olabilir. Fakat asıl neden değil.
Asıl neden, sınırsız olduğu söylenen ihtiyaçları karşılamak üzere sürekli tüketimi öngören kapitalist hayat tarzı veya yaşama kültürü. Bu kültür sürekli yeni şeyler almayı, eskilerini yıpranmasalar da sırf zamansal olarak eski oldukları için bir şekilde elden çıkarmayı ön görüyor. İnsan, eşyaları, çevresini her şeyi tüketen bir varlığa dönüşüyor. Kendi kullandığı şeylere yabancılaşıyor. Mübarek bir varlık olan, eşref-i mahlukat olan insan eşyalar gibi şeyleşiyor, nesneleşiyor.
Oysa insan yaşadığı ortama, kullandığı eşyalara anlam kazandıran bir varlıktır. Ahmet'in ceketi, Hüseyin'in çantası, Celil amcanın ayakkabısı. İnsanın eşyayla olan ilişkisi, tüketim ekonomisiyle temelden bir değişime uğramıştır. Eskiden eşyaların, yapıların şahsiyeti varken bugün insanların bile şahsiyeti kalmadı. Çünkü dışarıdaki sistem, şahsiyetleri de tüketiyor.
Rivayete göre Said-i Nursi hazretlerinin eski bir metal kaşığı varmış. Bir gün kaşık nasılsa kırılmış. Bir öğrencisinden tamir ettirmesini istemiş. Öğrenci, çarşıya götürüp lehim yapan ustaya göstermiş. Usta tamire değmeyeceğini düşünerek gidip yenisini almasını tavsiye etmiş. O da yeni bir kaşıkla üstada giderek durumu arz etmiş. Üstad çok üzülmüş ve "ben o kaşığı kırk yıldır kullanıyorum, ayrılamam, hemen bana onu getirin" demiş. Hemen eski kaşığı bulup tamir ettirmişler ve üstad onu kullanmaya devam etmiş.
Tamir kültüründe insanla kullandığı eşyaları arasında bir sadakat ilişkisi vardır. Eşya insanın kişiliğinin bir parçası haline gelir. İkisi birbiriyle anılmaya başlanır. Bu ilişkinin temelinde kalıcılık duygusu yer alır. İki taraf birbirini kolayca bırakmaz. Bunun nedeni maddeye, eşyaya olan düşkünlük değildir. Tam tersine, artık eşya maddi bir varlık olmaktan çıkmıştır. Anlamsal bir beraberlik söz konusudur. Sahibi eşyanın yıpranmış görüntüsünden rahatsız olmaz. Belki memnun olur. Asıl, onun kullanılamayacak hale gelmesinden rahatsız olur. Mümkün olduğu kadar yaşatmaya, kullanmaya çalışır. Dışarıda, çarşıda bunu sağlayacak meslek erbabı, daha doğrusu dostları vardır. Esnaf onun beklentilerini, zevklerini, eşyasının durumunu çok iyi bilir.
Tüketim ekonomisinin sürdürülebilirliği henüz test edilmiş değildir. İnsanlar güçleri yettiği kadar satın almakta, kısa zamanda atmakta ve şehirlerin dışında bir yerlerde çöp dağları yükselmektedir. Çevremizdeki dünya sürekli zemin kaybediyor. Bunun gelecek zamanda nelere yol açacağı üzerine korkunç tahminler yapılıyor. Fakat günümüzde nelere yol açtığı bellidir. Çevreye verdiği zarar bir yana, insanlar arasında, ülkeler arasında uçurumlar oluşuyor. Varlıklı ülkelerin bugünlerde yaşadığı şoklar, gelecekte yaşanabilecek daha büyük şokların habercisi gibidir. Tüketim kültürü, tabiat ve çevreyle ilişkisi açısından bir mirasyedi kültürüdür. Faturası bütün bir insanlığa çıkmaktadır.
Varlıklı insanlar kendileri için öngörülen sosyal statüye uygun olarak kendini sürekli yeni şeyler almak, giymek zorunda hissediyor. Bir eşyanın kullanımının uzaması, utanç vesilesi olarak görülüyor. Eşyalara fonksiyonlarından çok imaj etkileri açısından bakılıyor. Herhangi bir insani, anlamsal bağ kurulmadan eşyanın ömrü tükeniyor. Bu kadar kolay vazgeçilen eşyalar insanlarda bir türlü tatmin duygusu uyandırmıyor. Her şeye sahip olan insan giderek yoksullaşıyor, kendini boşlukta hissediyor.
Tamir kültürünün insana sağladığı çok temel bir fazilet var ki o da tevazudur. Gösterişe her zaman karşı çıkan geleneksel kültürümüz, insanlar arasındaki sınıf farklarının göze görünmesini hoş görmemiştir. Zengin, zenginliği gizleyecektir. Güvenlik açısından değil, yoksul insanları üzmemek, kibirlenmemek, haklarını yememek için. Dinimizde ve geleneksel kültürümüzde tevazu çok önemli olduğu gibi israftan kaçınmak da önemlidir. Ve her ikisi tamir kültürüyle ilgilidir. İnsanlar tevazu sahibidir, israftan kaçınırlar, bunun için eşyalarını sonuna kadar kullanırlar.
Tabi burada işin teknik boyutu da var. Artık giderek tamir edilemeyen şeyler yapılıyor. Kıyafette fabrikasyon bir kültürün içindeyiz. "Kundura tamircileri" tarihe karışıyor. Elektrikli aletlere gelince onlarda tamir ya yapılamıyor veya adam bulunamıyor. Hatta bir kez tamircinin eline düştüyse, o aletten artık randıman alınamıyor. Birçok sektörde, varlığını inatla sürdüren tamircilerle, tamiri değil parça değiştirmeyi, hatta komple değiştirmeyi tercih eden servisler arasında mücadele devam ediyor.
Sürekli sanayi çağının zorunluluklarından söz ediliyor. Kaçınılmaz görünen "gelişmelerin" eleştirilmesine hariçten gazel okuma gözüyle bakılıyor. Oysa tevazu gibi, israftan, aç gözlülükten, gösterişten kaçınma gibi insanlık erdemlerini yaşatarak dünyayla ilişkilerimizi daha sağlıklı, sürdürülebilir bir zemine oturtabiliriz.