Hacı Muhammed Said, Pakistan'daki olaylardan söz ederken gözlerinin içi gülüyor ve sonra yanındaki Pakistanlı meslektaşına dönerek "Gülme komşuna gelir başına." diyor. Belli ki Pakistan'da ordu birlikleri ile Taliban militanları arasında süren şiddetli çatışmalar, Said'i oldukça memnun etmişti. 
 
Said, resmi görüşmeler için 6 Mayıs'ta Türkiye'ye davet edilen 20 kişilik Afgan ve Pakistan parlamento heyetinin bir üyesi ve Afgan milletvekili. Kendisi ile kaldığı İstanbul'daki Conrad Hotel'in lobisinde buluşup Pakistan'daki son durumu konuşuyoruz.

Afgan milletvekili, 1992 yılında Afganistan'da patlak veren şiddetli iç savaşta Kâbil'de kan gövdeyi götürürken ve Taliban iktidarı sırasında Afganlar tarihlerinin en karanlık dönemini yaşarken ve yakın bir zamana kadar Taliban militanları başkent Kâbil ve diğer Afgan kentlerinde arka arkaya intihar saldırıları düzenlerken Pakistan liderlerinin ellerini ovuşturarak kıs kıs güldüklerini, ama artık gülme sırasının kendilerine geldiğini söylüyor.

11 EYLÜL İLE DEĞİŞEN DENKLEMLER

Pakistan'ın Svat Vadisi'nde ve Buner bölgesinde ordu birlikleri ile Taliban militanları arasında şiddetli çarpışmaların sürdüğü şu günlerde herkesin merak ettiği soru şu: Taliban nasıl oldu da böyle güçlenebildi ve kendisini besleyip büyüten bir devleti ciddi anlamda tehdit edebilecek duruma geldi?

Elbette hiçbir şey bir günde olmadı. Pakistan'da radikal İslamcı grupların bir güç olarak öne çıkması, Afganistan'ın Sovyet işgaline uğradığı ve General Ziya ül Hak'ın iktidarda olduğu 1980'li yılların başına denk geliyor. O dönemde Washington, Pakistan'daki Ziya ül Hak rejimi ile birlikte, Sovyet yayılmacılığını önlemek için İslamcılara destek veriyordu. En büyük desteği de İslamcıların aşırı uçlarındaki Gülbeddin Hikmetyar ve Abdulresul Sayyaf gibi liderler alıyordu.

Birçok kimse, Pakistan'da dinî fanatikliğin yayılmasından haklı olarak General Ziya'yı sorumlu tutarken, General Müşerref'in Taliban'ın bu ülkede yayılıp güçlenmesindeki rolü büyük ölçüde göz ardı ediliyor. Yaklaşık 30 yıl önce Pakistan'ın askerî diktatörü General Ziya, Afganistan'daki Sovyet yönetimine alternatif olarak Gülbeddin Hikmetyar'ı seçmişti; ancak Ziya'nın 17 Ağustos 1988 tarihinde bir uçak kazasında ölümünden sonra Hikmetyar gözden düştü. Hikmetyar'ın başarısızlığı Pakistan ordusunu Afganistan konusunda yeni arayışlara itti ve çok geçmeden alternatif bulundu. Genç medrese öğrencilerinden oluşan Taliban, Pakistan'ın Afganistan konusundaki hedeflerini gerçekleştirebilecek yeni bir güçtü. 1996 yılında Taliban'ın Kâbil'e girmesiyle Pakistan'ın komşusuyla ilgili en önemli hedefi –Kâbil'de İslamabad yanlısı bir hükümet görme hedefi– hasıl oldu. Böylece Pakistan uzun yıllardan beri hayalini kurduğu gibi Afganistan'da istediği gibi at oynatabilecek ve Hindistan'a karşı muhtemel bir savaşta stratejik derinlik kazanmış olacaktı.

Ancak El Kaide'nin gerçekleştirdiği 11 Eylül (2001) saldırılarıyla General Müşerref zor durumda kaldı. Saldırılardan birkaç gün sonra Pakistan devlet televizyonunda konuşan Müşerref, "Tüm dünya Taliban'a karşıyken ben onlar için her şeyi yaptım. Şimdi bu kritik durumda Afganistan ve Taliban'a zarar gelmemesi için elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz." diyordu. Bir süre sonra Müşerref, Washington'dan gelen yoğun baskılar üzerine Taliban'la yollarının ayrıldığını açıklamak zorunda kaldı.

Bununla birlikte Müşerref, Amerikan işgalinden kaçan on binlerce Taliban militanının Pakistan'ın dağlık aşiretler bölgesine girmesine izin verdi. Onlarla birlikte birkaç bin El Kaide militanı da Afganistan'dan Pakistan'a geçti.

BATI'NIN ÇİFTE STANDARTLARI

General Müşerref, İslamcıları güçlendirmekle tehlikeli bir oyun oynuyordu. General'in, 11 Eylül saldırılarıyla iyice morali bozulan ve şaşkına dönen Washington'a gönderdiği mesaj şuydu: "Nükleer gücü olan Pakistan'ın dinci fanatiklerin eline geçmesinin önündeki tek engel benim, bu yüzden beni desteklemelisiniz". Bush yönetiminin Pakistan'ı "teröre karşı savaşta ABD'nin en büyük müttefiki" ilan etmesi, Müşerref'in oyununun tuttuğunu gösteriyordu. Ünlü Pakistanlı bilim adamı Hüseyin Hakkani bir yazısında bu konuda şöyle yazıyordu: "Daha önce sivil otoriteyi devirmek için dincileri kullanan generaller şimdi onları uluslararası toplum için tehdit olarak göstererek, Batı'dan özellikle de ABD'den yardım almaya çalışıyor."

Müşerref yönetimi Batı'dan gelen yoğun baskılar üzerine birçok örgütü yasakladı, bu örgütlere militan yetiştiren medreseleri kapattı, ancak bu önlemlerin çoğu göstermelikti. Zira, söz konusu örgütler çok geçmeden başka isimler altında faaliyetlerini sürdürdüler.

MMA'nın aşırı dincileri destekleyen siyaseti Müşerref'in İslamcıların güçlenmesi karşısındaki kayıtsızlığı ile birleşince Pakistan'da yeni bir "cihat fırtınası" başladı. İrili ufaklı cihat grupları birbirleriyle, Keşmir'deki gruplarla ve nihayet El Kaide ile bağlantılar kurdular.

Çok geçmeden Taliban ve diğer gruplar önce Veziristan bölgesine, sonra kuzeybatı sınır eyaletinin değişik kesimlerine, özellikle de Svat Vadisi'ne yayıldılar. Bu gruplar sadece sınır bölgelerini ele geçirmekle kalmadılar, aynı zamanda İslamabad ve Rawalpindi gibi büyük kentlerde geniş çaplı saldırılar düzenleyerek ülkeyi sarsmaya başladılar.

Batı'nın Pakistan'daki en büyük yanlışı, kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece bu ülkedeki askerî diktatörleri desteklemesi oldu. Mesela 1980'li yıllarda ISI, Pakistan'da CIA'nın bir şubesi gibi çalıştığı için Washington, diktatör Ziya'nın her yaptığına göz yumdu. ISI/CIA işbirliği Afgan mücahitlerine modern silahlar ve teknoloji sağlamakla kalmadı, aynı zamanda bir zamanlar sakin ve huzurlu bir ülke olan Pakistan'ı şiddet dolu bir Kalaşnikoflar, eroin ve radikal İslam diyarı haline getirdi.

Bugün Pakistan'ın karşı karşıya bulunduğu en büyük sorun, ülkenin önemli bir kısmının Taliban'ın eline geçmiş olması. Pakistanlı liderlerin eskiden Batı'ya karşı öne sürdükleri "bizi desteklemezseniz, nükleer silahlar İslamcıların eline geçebilir" korkutmacasının bugün ciddi bir tehdit olarak ortaya çıkmış olması, başta Pakistanlıların kendileri olmak üzere herkesi derin derin düşündürüyor.
 
Kaynak: Zaman