Hiçbir zaman başörtüsünün, (yasakları savunanların iddia ettiğini gibi veya o anlamda) 'siyasal simge' olduğunu düşünenlerden olmadım, hâlâ da değilim. Ayrıca, 'velev ki siyasal simge olsun', şiddet içermeyen siyasetin tarafı olmanın, simgesini taşımanın yasak olmasına da karşıyım. Diğer taraftan, kız öğrencilerin üniversiteye başörtüsü ile girmesinin laikliğe aykırı olduğunu düşünmüyorum ve bunu yıllardır yazıyorum. O nedenle Anayasa Mahkemesi'nin son kararının yasal bağlayıcılığını tanımak ötesinde, bu yoruma katılmam mümkün değil.
Ancak, tüm bunları söylemenin artık çok anlamı kalmadı, zira başörtüsü artık her zamankinden çok vahim siyasi bir kavganın sembolü haline geldi. Şimdi, öncelikli olan kaygımız, bu kavgayı daha vahim bir hale gelmekten çıkarmak, yatıştırmak olmalı. Böyle bir ortamda, öncelikle, eleştiri, itiraz hakkı saklı kalmak şartıyla ağzımızdan çıkanı kulağımız duymalı, lafın nereye gittiğini iyice tartmalı. Ne demek, madem ki Anayasa Mahkemesi bu kararı verdi, 'temel sözleşme bozuldu'? Temel sözleşme 'Anayasa' olduğuna göre, 'Anayasa tümüyle geçerliliğini yitirdi' demek. Hiçbir rejim, bu türden bir itirazı hazmetme kabiliyetine sahip değildir. Sadece rejim de değil, hiçbir toplum, böyle bir itirazın yaratacağı savruluşla kolay kolay baş edemez. O nedenle makul olmakta fayda var. Toplum adına fikir beyan etme durumundakilerin, öfkelerine uyup, topluma bedeli çok ağır olacak çıkışlar yapmaya hakları olmadığını düşünüyorum.
Kuşkusuz, Anayasa Mahkemesi'nin ve rejimin bekası adına harekete geçen tüm kurum ve çevrelerin de, verdikleri kararların, yaptıkları yorumların bedelini dikkate almaları gerekir.
Ben, son kararın toplumsal barışa ağır bir darbe vurduğunu düşünenlerdenim.
Geldiğimiz noktada, bir yanda bedeli toplumsal barışın yaralanması olan tutumlarla, diğer tarafta siyasal sistemi, rejimi hedef almak suretiyle bedeli siyasal türbulans olabilecek tutumlar arasına sıkışmışlık söz konusu. Başörtüsü ile üniversiteye girme özgürlüğünden yana olmak laikliğin ruhuna aykırı değil, ama bu yasakta ısrar eden karar dolayısıyla Anayasa'yı toptan hedef almak rejim tartışmasına girmek olur. Amacımız buysa,
o zaman bedeline katlanıp bunu yapalım.
Bugüne kadar, laikliğin katı yorumu dolayısı ile toplumsal barışın sürekli olarak zedelendiğini ve bu noktaya gelmemizin en önemli nedenlerinden birinin bu olduğunu düşünenlerdenim. Benim, bu ülke adına özlemim, laiklik ve toplumsal barışın bu denli karşı karşıya gelmesinin mutlaka önlenmesi, bu ülkede yaşayan dindar insanların taleplerinin laiklik çerçevesinde dikkate alınması suretiyle laikliğin gönül rızası ile benimsenen bir değer olmasıydı. Katı laiklik anlayışının böyle bir sürecin önünü tıkadığını düşünüyorum.
Ancak, hal böyle diye, laikliğin tanımı, kısa yoldan, salt toplumsal barış çerçevesinde yapmak son derece zor olduğunu dikkate almak zorundayız.
O durumda, 'toplum'dan tam olarak kimi veya toplumun ne kadarını dikkate aldığımız sorusu ile karşılaşırız. Bir toplumda, sayısal çoğunluğa göre laikliği tanımlamanın olanaksız olduğunu biliyoruz. Aksi takdirde, çoğunluk laikiliği istemiyor da olabilir,
bu durumda neden bahsediyor olacağız?
Bakın yakın tarihte, yaşanan bir olay ve yazılan bir yazı üzerinden örnek vereyim. Mart ayı içinde, Gazi Üniversitesi Deprem Araştırma ve Uygulama Merkezi açıldı. Açılış günü Mevlid Kandili'ne rastladığı 'halde', açılış kokteylinde içki servisi yapıldığı için bir grup öğrenci hadise çıkardı. Bakın, muhafazakâr çevreden, üstelik ciddi bir akademisyen olan Mümtazer Türköne bu olayı nasıl değerlendirmiş; "Basit bir muhakeme bile bize, Mevlid Kandili'nde kamu mekânında kamu kaynakları ile içki servisi yapılmasının toplumsal barışa, yani laikliğe aykırı olduğunu gösteriyor" (Zaman, 21 Mart 2008).
Böyle düşünürsek, Ramazan ayında yemek yemek de 'toplumsal barışa' ve dolayısı ile laikliğe aykırı olmak gerekmez mi? Ben yıllarca, katı laiklik anlayışını benimseyenlerin, yasakçı tezlerine dayanak olarak ileri sürdükleri 'Bu memlekette oruç tuttuğu için dayak yiyen yok, ama oruç yediği için dayak yiyen var' mantığına karşı durdum. Mevlid Kandili'nde içki servisi yapılıyor diye hadise çıkaranları toplumsal barış ve laiklik çerçevesinde mazur görme anlayışına da, aynı samimiyetimle karşı durmak gereği duyuyorum.
Sözün başına dönersek, mesele artık Anayasa Mahkemesi'nin son kararına katılmak, katılmamak değil. Hem bu kararı hem de, bu kararın üzerinden yapılan kavgada karşı tarafın tavrını ve olayı yorumlayış biçimini son derece sorunlu ve sonuçları itibarıyla vahim buluyorum. Ve bir kez daha, her iki taraftan makul insanlara, 'söz bitmemeli', daha geç olmadan, kavgayı kızıştırmak yerine her şeyi yeniden bir kez daha konuşalım diyorum.

Kaynak: Radikal