Yazının belki de en sonunda söylenmesi gereken şeyi öncelikle ifade ederek başlayacağım.

Siyasette gerçekçilik iddiası bizim gibi ülkelerde galiba zorunlu olarak statükoyla uyumu ve hemen arkasından da başarısızlığı ve sıradanlaşmayı getiriyor.

Bunun temel nedeni de bizim gibi ülkelerde siyasi sınıfın ütopya sahibi olmamasından kaynaklanıyor ve siyasi gerçekçilikten, sistemi gerçek hedefler doğrultusunda dönüştürmek değil de siyasi sistemle, kurulu yapıyla barışık yaşama anlaşılıyor.

Statükoyla barışık, uyum içinde yaşamak normal ülkelerde, mesela İngiltere'de ya da Danimarka'da bir siyasetçi için çok kötü bir puan değil zira bu ülkelerde zaten mevcut yapılanma çağa ayak direyen, eskimiş paradigmaların egemen olduğu, küresel dinamiklerle kavgalı bir yapı değil ve buralarda evrimci bir yöntemle başarılı siyaset yapmak mümkün.

Bizde ise durum tamamen farklı.

***

İçinden geçtiğimiz seneler dünyanın dönüş hızının arttığı seneler.

Tarihte böyle dönemler olmuş ama şu kesin, içinden geçtiğimiz dönem de ileride 'büyük dönüşüm' yılları olarak algılanacak.

Bu büyük dönüşüm yıllarında da statükoyu, mevcut yapılanmasını, köhnemeye başlamış kurumsallaşmalarını, yasa ve anayasaları en hızlı ve radikal biçimde değiştirebilen ülkeler çağa, çağın üretim, dağıtım, bölüşüm ilişkilerine daha iyi ayak uydurabildikleri ölçüde yurttaşlarına daha fazla özgürlük, daha fazla refah-zenginlik ve böylece de daha fazla güvenlik taşıyabiliyorlar.

Şu ya da bu nedenden çağa uyumda aksaklığı olan, köhnemiş yapılanmalarını statükonun rantlarından vazgeçmek istemeyen kesimlerin siyasi baskıları nedeniyle değiştiremeyen ülkeler de kendi yurttaşlarına büyük özgürlük, refah ve güvenlik maliyetleri üretiyorlar.

***

Türkiye 1900'lerin başında yeni bir yola girmiş, yapılanmasını bir ölçüye kadar değiştirmek istemiş bir ülke; 'bir ölçüye kadar' diyorum zira geçen yüzyıla daha serinkanlı bir bakışla yaklaşanlar 1920'lerde, 1930'larda geçmişle olan sürekliliğin dönüşümün çok önünde olduğunu da söyleyebiliyorlar.

Ben artık pratik konular tartışılırken bu analizlere girmek istemiyorum; bu analizleri umarım tarihçiler, iktisatçılar tabusuz bir biçimde yaparlar.

Ancak, 2008 senesinden kendimize baktığımızda geçmiş bagajların ağırlığını her geçen gün daha fazla hissettirdiğini görüyoruz; bunun temel iki nedeni de geç gelen ulus-devlet yapılanmasının temel kurumlarının dönüşüme direnmesi ve son yirmi senede yukarıda belirttiğim gibi dünyanın dönüş hızının çok artması.

Dünya hala çok hızlı konjonktürel dönüşünü sürdürüyor ama biz bu hızlı dönüşe ayak uydurmada son aylarda biraz sorun yaşıyoruz.

Köhnemiş yapının maliyetini 2001 senesinde hepimiz yaşadık; dönüşüme ayak diremenin maliyeti yediğimiz büyük şamar, mesela bir senede yüzde on küçülme, işsizlik, fakirlik oldu.

2001'in Nisan ayından sonra ise 2005 senesine dek belki dünyanın hızlanan dönüşünün de önüne geçtik ve bu refleksimiz sayesinde 2003-2006 ortalama büyüme oranı yüzde 7.4 oldu ve daha özgür bir ülkede yaşadığımızı hissetmeye başladık.

Bugün ise yaygınlaşmaya başlayan bir kanı, dünyanın dönüş hızının yine bizim dönüşüm hızımızın çok önüne geçmeye başladığı yönünde.

Şayet bu algılama bir kötümserlik, bir yanlış algılama değil ise, emin olun, çok da uzun olmayan bir vadede bu hız kaybetmenin maliyetini hepimiz yine refah ve özgürlük düzeylerimizde hissetmeye başlarız.

Bize gerçekçiliği gerçek dönüşümde gören bir siyasi sınıf gerekiyor.

Bu konuya da devam edeceğim.
 
 
Kaynak: Star