Atina Üniversitesi'nin 'Türkoloji' bölümünde (bu bölümün adı farklı; ama uzun olduğundan öyle diyelim) verdiğim son dersi Türk-Yunan ilişkilerine ayırdım. Aslında Kıbrıs, Ege, azınlıklar gibi sorunlara değinmeye vakit kalmadı. 
 
Tarafların olaya nasıl yaklaşmaya kalkıştıklarını tartışmakla yetinmek zorunda kaldım. Çünkü olaylara bakış açımızı anlamazsak, gördüklerimizin geçerliliğini de tabii ki dengeli bir biçimde değerlendiremeyiz. Şunları söyledim özet olarak: Taraflar olayları farklı değerlendiriyor. Her iki taraf da hemen hemen istisnasız her olayda haklı olduğunu savunuyor. Aslında iki tane 'doğru' var: Bir onların bir de bizlerin hakikati. Öğrenciler postmodern düşünceye yakıştırılan 'her şey geçerli' lafını zaten duymuşlar, lafı nereye götürmek istediğimi anlamışlardı. İşin kolayına kaçarsak, dedim, kısaca onlar haksız biz haklıyız ya da en azından genellikle haklıyız deyip rahatlarız. (Zaten en sık yaptığımız da budur.) Bu basmakalıp ve zeki bir insanı rahatsız eden çözümü beğenmezsek bu kez de 'hiçbir değerlendirme tam gerçek değil' alternatifi ile karşı karşıya kalabiliriz. Peki bu durumda ne yapmalıyız? Çünkü iki cami arasında şaşkın kalamayız, hayat bizi kararlar almaya zorlamaktadır.

ALGILAR DÜNYASINI AŞMAK

Öğrencilerime bu tür açmazlarla karşılaştığımızda sorduğumuz sorunun yanlış ve aradığımız çözümün gerçek dışı olma olasılığına dikkat etmemizin gerektiğini anlatmaya çalıştım. (Ve bunu söylerken aklımda Türkiye'de bugünlerde yaşananlar vardı.) Biz insanlar hayatın bir gereği yüzünden her gün onlarca karar alma durumundayız. Ne giyeceğiz, ne yiyeceğiz, nereye gideceğiz, kimi göreceğiz, ona ne diyeceğiz, hangi malı satın alacağız gibi. Sonunda iki çözümden birini seçeriz. Yeşil kravat yerine kırmızı kravatı takarız. (Korkarım semboller savaşçısı okuyucular bu tercihte sonuçlar çıkaracaktır; ama amacım hafiften onlara takılmaktı!) Bilgisayar mantığıyla birinden birini seçeriz. Hem denizde yüzmeye hem dağa tırmanmaya aynı anda karar veremeyiz. Sonunda bizim algılama dünyamız bir evet-hayır, bir doğru-yanlış, bir iyi-kötü dünyasına dönüşür ve zaten dönüşmüştür de.

Ama ulusların ilişkileri (cemaatlerin, grupların, insanların ve hiç aklımdan çıkmayan günümüz yurttaşlarının ilişkileri de öyle) 'kim doğru?' sorusunun karşısında hiç de öyle kesin bir doğru-yanlış ilişkisi içinde değildir. Bizim kafamız 'her konuda, her zaman, bütünüyle haklıyız' demeye eğilimliyken, asıl durum farklıdır: Bazı durumlarda, kimi zaman ve bir dereceye kadar haklıyız! Yani gerçek durum mutlak bir doğru-yanlış dünyası değil, göreceli bir durumdur. Diyelim A olayında % 80 haklıyızdır. Bu tür bir düşünce ise hiç de kolay değildir; çünkü insanın her an almakta olduğu kararla çelişmektedir. Biz kırmızı kravatın % 80'ini takamayız, iki kravattan birini seçmeliyiz. Sevdiğimiz insanın % 70 meziyetleri % 30 kusurları olabilir; ama onunla ya evlenmeye ya da evlenmemeye karar veririz. Bunu da % 100 yaparız! Hayat böyle. Yani doğru-yanlış gibi düşünce biçiminden göreceli haklı/doğru düşünce biçimine geçmek korkunç zordur. Ve zorluk yalnız düşünce düzeyinde değildir, pratik alanda da öyledir. Yarın birileri Türkiye AB'ye üye olsun mu sorusuna % 50 karar veremez. Cevap ya evet ya da hayır olmak zorundadır. Oyumuzu da seçimlerde öyle kullanacağız. Birini seçeceğiz, başka türlü de olamaz doğal olarak.

Derste zaman azalıyor ve biz henüz hiçbir somut soruna değinmemiştik. Ama buna ihtiyaç da duymuyor gibiydik. Çünkü bu tartıştıklarımız her günkü kavgalardan hem daha anlamlı hem de kavgaya farklı bir açı kazandırdığı için çok daha önemli ve yararlıydı sanki. Çocuk dünyasından da söz ettik. Onların dünyası siyah-beyazdır. Cadılar ve ejderhalar vardır. Öte yanda sevimli bir çocuk ve yaşlı, iyi kalpli bir büyükbaba. Çocuklara ejderhanın da yavrularını beslemesi için büyükbabayı yemesinin doğası gereği olduğunu ve bunun için ejderhaya öfke duymamızın 'bilimsel' bir yaklaşım olmadığını anlatamazsınız. Çocuğun siyah-beyaz masal dünyasını yıkmanız hem olanaksızdır, muhtemelen de zararlıdır. Belli bir yaşa gelmeden karmaşık bir dünyayı içine sindiremez. Belki çocuk özellikleri taşıyanlar da iki eksenli daha basit bir düşünceye yatkındırlar. Karmaşık ve yüzdeli düşünce onları şaşırtır ve sinirlendirebilir. Basitliğin kimi insanlar için dinlendirici; ama başkaları için rahatsız edici olması çok ilginç!

Empatİ ve hoşgörü olduğu sürece

Peki, sonuç olarak ne oldu? Sonuçlarımız sınıfımızla ve her birimizle sınırlı kaldı doğal olarak. Biz, ne dünyayı ne de geniş çevremizi değiştirebilirdik. Ama artık çocukluğumuzun siyah-beyaz masal dünyasını geride bırakıp daha karmaşık olan yüzdeli gerçeklere geçebiliriz, dedik. Bu yeni yaklaşım, belki bizim kesin kararlar alma durumlarımızı değiştirmeyebilir; ama artık çok farklı bir algılama dünyasında olabiliriz. Farklı düşünenlerin, farklı değerlendirmelerde bulunanların varlığının bilincinde olacaktık. Daha önemlisi, biz %100'lük kararlar aldığımızda bile, aslında bu kararların gerisinde başka farklı ve araştırmaya değer 'yüzdelerin' bulunduğunu bilecektik. Kesin ve kuşkusuz dünyamız sorularla dolu kuşkulu bir dünyaya dönüşecektir. Ama bu öyle bir kuşkudur ki - paradoksal olarak - bize farklı bir güven verecektir: Bağnazlıktan uzak olduğumuzun bilincidir bu. Masal dünyasında yaşamamanın farklı zevki (ama masallar da ayrıca hoşturlar!).

Ne Kıbrıs'ı ne Ege'yi ne de azınlıkları konuştuk. Sanki hiç gereği kalmamıştı. Bunlar sorun değilmiş duygusu içindeydik. Sorun bizim düşünce dünyamızdı. Ona açıklık getirince sorunlar da sorun olmaktan çıkıyordu. Hiç kimse bana 'somut sorunları' ne sordu ne de hatırlattı sonunda. Herkes kendi muhasebesini yaptı. Masal dünyasını ve siyah-beyaz yargılarını, içinden, gözden geçirdi. Buna ister buluğa ermek, ister olgunlaşmak, ister üniversite eğitimi, ister kendimi tanımak, ister empati ve hoşgörü oluşturmak, ister saygılı ve demokrat olmak, ister çağdaş ve tarafsız insan olmak deyin, sonunda hoş bir son dersti.